25 Temmuz 2021 Pazar

Fantastik ve büyülü bir roman: 'Yüce Lider’e Dair'

 

Yavuz Türk’ün distopik romanı Yüce Lider’e Dair, Everest Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.

Yazar, insanlık tarihinden çok sayıda örneğini gördüğümüz ezen-ezilen, otorite-bağımlılık, zenginlik-yoksulluk, çatışma-direniş gibi karşıtlıkları Yüce Lider’e Dair’de, bambaşka bir gözle okumaya çağırıyor: Çalınan topraklar, saksılara gömülen ölüler, uğultulu orman, yüzünü halktan saklayan bir lider, Dehşetli Soytarı, Yaşlı Balıkçı gibi ilginç karakterlerle birlikte rivayet ve kıssalar arasında büyülü bir yolculuğa çıkarıyor okuru.

BASKICI VE OTORİTER REJİMLERE KARŞI

Şiddet ve kötülüğün kol gezdiği, haritadan silinmiş, zaman ve mekândan azade, sınırları belirsiz bir adadan bizlere masalsı bir dille seslenen yazar, romanda genç bir kızın ağzından aktarıyor tüm hikâyeyi. Baskıcı, otoriter bir rejimin hüküm sürdüğü adada, başkarakterin zamansal geri dönüşlerle birlikte şimdiki zamanı da aynı anda anlattığı, ada halkı ile lider ve meclis üyeleri arasındaki gerilimin yavaş yavaş nasıl tırmandığı, “büyük çatışma” günlerine hangi evrelerden geçilerek gelindiği, her an için sürgün, hapis ve ölüm tehdidiyle korkunun ve ihbarcılığın nasıl yaygınlaştığını ve bir halkın tüm iradesini “yüce liderlere” teslim etmesinin serüvenine tanık oluyoruz kitap boyunca.

BİLİNDİK KAVRAMLARI SORGULAYAN BİR ROMAN

Roman üç ana zaman düzleminde ilerliyor: İlkinde başkahramanın birkaç günlük bekleyişine eşlik ediyoruz. Bu esnada okura başından geçenleri anlatıyor. Romanın başlarında birkaç kez mevcut durumunu hatırlatan zamansal dönüşler olsa da büyük oranda roman boyunca diğer iki zaman dilimini aktarıyor bize. İkinci zaman diliminde; başından geçenler, çocukluğu, ailesiyle yaşadıkları, babasıyla olan konuşmaları ve ailesiyle olan ilişkisi üzerinde duruyor. Fakat diğer yandan bir de ailesinden ve özellikle babasından duydukları var. Bu kısımlarda ise kendisi doğmadan çok önce, hatta kimi zaman babası bile doğmadan önceki zamanları anlatıyor bize. Başkahramanın, üçüncü ve en geniş zaman diliminde aktardıklarının, asıl metnin dokusunu oluşturan ve arka planı güçlendiren öğeler olduğunu söylemek mümkün. Çünkü bir yandan dört kuşaktır babadan oğula geçen oligarşik özellikleri de olan bir diktatörlüğü ve bu iktidar rejimi boyunca da adada yaşananları anlatıyor okura. Adada nasıl bir baskı rejimi kurulduğunu, Yüce Liderlik ve Yüce Meclis makamlarının nasıl adanın bütün verimli arazilerini yağmaladıklarını ve en sonunda, artık adanın bütün doğal kaynaklarını tükettikten sonra adayı yavaş yavaş kaderine terk etmelerini... Ayrıca, adayı kuzey ve güney olarak iki gruba ayırmalarını, güneydekileri sürekli açlığa mahkûm etmelerini ve adada birkaç yıl boyunca süren büyük iç savaşı…

Romanın başkahramanı genç kız, peşine düşenlerden korunmak için bir yerde sığınmış vaziyette bize bütün başından geçenleri anlatırken, bir yandan da hem kendi aile tarihini, ama en çok da adanın belki yüz yıllık bir süreyi aşan macerasını da anlatıyor bize. Ve böylece, daha ilk sayfasında bile kurmaca bir evrene doğru çekilip simgesel bir düzlemde “ada”, “toprak”, “iktidar”, “yoksulluk” ve “ölüm” gibi kavramların gerçek anlamını sorgulatan bir anlatının kapılarını açıyor okuyucuya.

HER ŞEYE RAĞMEN UMUDU BARINDIRAN BİR METİN

Yer yer büyülü gerçekçilik akımının izlerini de taşıyan Yüce Lider’e Dair’de yazar, bizleri masalsı üslubunun yanı sıra iç içe geçmiş öykülerle distopik bir dünyaya dahil etse de, romanın “olumlu” iletisini de yine semboller aracılığıyla dengeliyor: Ölümler, sürgünler, çatışmalara maruz kalmış, yoksulluğa ve çaresizliğe terk edilmiş bir ada halkının umudunu, inancını, “gücünü” ve kaderini de işte bu nedenle çelimsiz genç bir kıza emanet ediyor.

Ve bizleri Ortadoğu ve Afrika coğrafyalarındaki veya Kuzey Kore gibi ülkelerdeki demokrasi düşmanı iktidarların dünyayı büyük bir savaş alanına çevirmeleri karşısında yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide varoluşumuzu sorgulamaya davet ediyor.

YAZAR HAKKINDA

Yavuz Türk, 1982 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. İlk şiiri 2003 yılında Varlık dergisinde yayımlandı. 2009-2011 yılları arasında bir grup arkadaşıyla birlikte yeniyazı adlı kültür ve edebiyat dergisini on iki sayı çıkardı. Şiirleri, denemeleri, öyküleri ve diğer yazıları; Varlık, Yasakmeyve, Özgür Edebiyat, yeniyazı, Fin Fanzin, Nepal başta olmak üzere birçok dergide yayımlandı. İlk şiir kitabı olan Kumaş 2010 yılında, ikinci şiir kitabı Sonra, Doğdum ise 2018’de yayımlandı ve aynı yılın Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. Son dönemde, şiir dışında edebiyatın diğer türlerinde de metinler yazıyor. Yüce Lider’e Dair, şairin ilk romanı. 2006 yılından itibaren çeşitli yayınevlerinde ve kurumlarda editör, redaktör, yayın danışmanı ve yayın yöneticisi gibi görevler üstlendi. Halihazırda metin yazarlığı, editörlük ve yayıncılık yapıyor.




24 Temmuz 2021 Cumartesi

Eski Bir Gramofon'dan geriye kalanlar

Nursen Demir’in Gelincik Çeşmesi (2015) ve Önce Kuşlar Gitti (2018) adlı öykü kitaplarının ardından yayımladığı üçüncü öykü kitabı Eski Bir Gramofon, Nisan 2021’de okurlarıyla buluştu.

Yazar, önceki kitaplarında sıklıkla öykülerinin merkezine aldığı çocukluk olgusuna Eski Bir Gramofon’da daha az başvursa da, yoksulluk, hastalık, ölüm ve aşk gibi temaları bu kitabında da işlemeye devam ediyor. Bir çeşit otobiyografik anlatıyı çağrıştıran öykülerinde yazar, kimi zaman birbirini takip eden, kimi zaman iç içe geçen gerçek yaşamöykülerinden okuyuculara çarpıcı kesitler sunarken; renkleri, kokuları ve insan ilişkileriyle bir dönemin toplumsal panoramasını da çiziyor.

KUŞLARIN GÖÇÜNDEN YILDIZLI GECELERE

Nursen Demir’in önceki öykü kitapları Gelincik Çeşmesi ve Önce Kuşlar Gitti’deki öyküler, ağırlıklı olarak, ben-anlatıcı ağzıyla bir çocuğun gözünden aktarılıyor. 1960’lı yılların ortalarında, bir Anadolu kentine bağlı küçük bir ilçede geçen olaylar, küçük anlatıcının ve çevresindeki insanların bir yandan acı ve yoksulluk dolu hikâyelerine odaklanıyor, bir yandan samimi komşuluk ilişkilerini, gülümseten anları, keyifli zamanları işaret ediyor.

Dağın eteklerine kurulu ilçede kışın geçirilen zor günler, yaz tatilinin başlamasıyla birlikte yerini bağ evlerinin serin yaz gecelerine bırakıyor: Kırlangıç, leylek ve turnaların göçü; derenin şırıltısına karışan keklik, bülbül, karga ve kurbağa sesleri; kırlar, çiçekler, arılar, kelebekler; taze domates ve salatalıkla yapılan kahvaltılar ve açık havada yıldızların altında uyunan geceler...

Her öyküde, ilçede yaşayan halkın yeni bir durumuna tanık olurken, sosyoekonomik koşullarını ve kültürel yapısını da görüyoruz. Sözgelimi ilçede birçok ailenin erkeklerinin, Atatürk’ün kurduğu Ergani Bakır İşletmesi’nde çalıştığını, işçilerin geniş sosyal haklarla donatıldığını; fabrikadan her gün bir ekmek kuponu verildiğini, sineması ve sosyal tesislerinden ücretsiz yararlanıldığını, yazlık ve kışlık kıyafetlerin yanı sıra bütün çalışanların aileleriyle lojmanlarda oturduğunu öğreniyoruz. Sayfaları çevirdikçe, Singer veya Zetina marka dikiş makinalarıyla kadınların, evlerinde dikiş-nakış yaptıklarını, çamaşırları ellerinde yıkadıklarını görüyoruz. İlçedeki evlerin genellikle ahşaptan, bir ya da iki katlı olduğunu, her evde kışlık yiyeceklerin saklandığı kilerlerin raflarında cam kavanozlar, bakır kovalar ve sıra sıra küplerin dizildiğini; birçok evde henüz radyonun bile bulunmadığını, televizyonların ise bazı evlere yeni yeni girmeye başladığını okuyoruz. Bakkallarda her şeyin açık olarak satıldığını, kesekâğıdı ve kâğıt torbalarla alışveriş yapıldığını; evliliklerde ailelerin genç kızlara ve erkeklere söz hakkı tanımadığını; kavuşulamayan aşkları, kederli masalları, trajik kazaları, ölümcül hastalıkları her yeni sayfayla birlikte bir dönemin sosyoekonomik dokusu ve sosyokültürel atmosferinden izliyoruz.

YALNIZLAŞMA VE YABANCILAŞMA DUYGUSU

Nursen Demir’in ilk iki kitabında yer alan, 1960’lı yılların ortalarından günümüze değin uzanan öyküleri, yeni kitabında da benzer biçimde yer yer zamansal geri dönüşlerle, yer yer doğrudan karşımıza çıksa da, Eski Bir Gramofon’un biraz daha “kentli” olduğu söylenebilir.

Ancak, yazarın geçmişe duyduğu özlem öylesine yoğundur ki, bu durum hemen her öyküsünde kendini hissettirir. Öyle ki, sadece kitap adlarına bakmak bile ya da öykülere şöyle bir göz atıldığında, öykülerin ana tema’sının bu olduğu görülür. Hatta kentte geçen kimi öykülerinde dahi, bir şekilde geçmişle bağlantı kurulur, eski zamanlara doğru bir koridor açılır.

Çünkü onun öykü kahramanlarına göre, ne bugünün aşkları aşka benziyor, ne dostlukları dostluğa benziyor; teknolojik gelişmelerle birlikte ekonomik-toplumsal değişimin getirdiği tahribat, yalnızlaşma ve yabancılaşma duygusu, dokunduğu her şeyi bozup yok ediyor; saygıyı, sevgiyi, merhameti, masumiyeti ve mahremiyeti ortadan kaldırıyor.

Ve doğanın yıkımıyla beraber önce kuşlar gidiyor; sonra da o dönemin saygılı, incelikli, “bozulmamış” insanları...

Ve ardından da, onların aşkları, masalları, şarkıları...

Ayhan Şahin

(Hürriyet Gösteri dergisi, Nisan 2021)



Kanal İstanbul sonrasının distopik anlatısı


İstanbul’un yakın geleceğinde bir “kapanma” hikâyesi... Dünyanın ve insanlığın hızından ödün vermeden ilerlediği, uzay çağının tüm ihtişamıyla aşamalar kaydettiği bir zaman dilimindeyiz ve bu hikâye İstanbul’un “kanal” ile yarılması sonrası var olan eşitsizliklerin artmasının ve insanların müthiş bir sessizlikle içe kapanmasının hikâyesi.






İnsan doğasındaki kötülük | Merve Yazar

Freud'u bilirsiniz... Bilmeyenler için de şunu söyleyeyim; insan doğasını "kötü" olarak değerlendirir Freud. Dolayısıyla Aşkın Psikolojisi, pembe panjurlu evlerden ya da beyaz atlı prenslerden bahsetmiyor. Erkeklerin, bilinçaltının yönlendirmesiyle seçtiği kadınlardan ve kadınlarda seçilmenin yarattığı etkiden bahsediyor.

"Bilinçte iki zıt biçim altında görülenin genellikle bilinçdışında rastlaşıp tek hale büründüğünü uzun zamandır biliyoruz."

"Ruhsal yetersizliğin ve cinsel işlev bozukluklarının sanılanın aksine daha yaygın olduğunu, uygar insanın aşk yaşamını bazı açılardan gerçekten karakterize ettiğini göstermek niyetindeyim."

"İlkel insanın tabu olarak gördüğü durumların hepsi bir tehlikenin işaretidir."

Erkeğin cinsellikte belirli bir tip seçimini bilinçdışındaki anne figürüne bağlayan Freud, kitapta tasvir ettiği erkek tipinin, anneden kopamayan erkek çocuğu olduğunu belirtmektedir.

Freud'a göre erkek, bilinçdışında annesini ahlak bakımından alçaltarak bir kadın seçebiliyor. Ahlak bakımından alçaltmanın sebebi de, erkeğin daha özgür hissetmesi. Erkek, saygı duymadığı veya saygıyı hak etmeyen kadınla yaşadığı cinsel ilişkide kendini daha özgür hissediyor. Freud'a göre erkeklerin yaşadığı cinsel işlev bozukluklarının sebebi de kendini özgür hissedememesidir.

Kadına baktığımızda, durum biraz daha değişmektedir. İlk cinsel ilişkide kadın, erkeğe bilinçaltında bir düşmanlık beslemektedir. Hatta çoğu, bunun farkında bile değildir.

İlk cinsel ilişkinin birçok toplumda önemli bir tabu olduğunu belirten Freud, kadın için de bu yaşantının oldukça travmatik olabileceğini belirtmiştir. Kadının cinsel işlev bozukluğu yaşamasının sebebini de bu travmatik deneyime bağlamaktadır.

Hatta kadınların ikinci evliliklerinde, ilk evliliklerine göre daha mutlu olabildiğini ve "ilk"in travmatik etkisinden kurtulmuş olmanın buna sebebiyet verdiğini ifade etmiştir.

Yazdıklarımı okuduğunuzda "saçmalık" diyenleriniz elbette olacaktır. Yargılamıyorum –ki bu, bana da düşmez.

Tek tavsiyem, kitabı okumanızdır. Çünkü özetim, kitabı tanıtsa da tam olarak yansıtmayacaktır.



20 Temmuz 2021 Salı

Varol McKars’tan gizlerle dolu bir aşk romanı

Kanadalı yazar Varol McKars’ın sıradışı bir aşk hikâyesini merkezine aldığı Ateş, Su ve Aşk, geçtiğimiz aylarda Başka Yerler Yayınları tarafından yayımlandı. Japonya, Kanada, Türkiye üçgeninde geçen roman, küçük sırlarla dolu yan hikâyelerin ve geçmişten günümüze uzanan tarihsel bir kesitin tek ve büyük bir sırra bağlandığı etkileyici ve güçlü kurgusuyla dikkat çekiyor.

1951 yılında, Sakuragicho istasyonunda gerçekleşen, yüzden fazla kişinin öldüğü korkunç bir tren kazasında hayatını kaybeden genç Japon Hemşire Akemi Yoshida’nın Amerikalı Subay Richard Hale’e duyduğu aşkla başlayan roman, 1990’lı yılların İstanbul’unda Swissotel’deki bir seminerde Su Çağlayan’la tanışan ve görür görmez âşık olan Ateş Cenkata’nın hikâyesine geçiş yapıyor.

SINIR TANIMAYAN, KURALSIZ BİR AŞK YOLCULUĞU

Daha ilk sayfalarında okuyucuyu içine çeken çarpıcı kurgusu ve akıcı üslubuyla Varol McKars, Ateş, Su ve Aşk’ta onu, zaman ve mekândan azade, sınır tanımayan, kuralsız, ölçüsüz ve gerçeküstü bir yolculuğun tam ortasına bırakıyor; hemen her sayfasında aşk üzerine düşünmeye, konuşmaya, sorgulamaya zorluyor.

KORE SAVAŞI’NDAN JAPONYA DEPREMİNE

Kanadalı yazar Varol McKars’ın birbirinden farklı yaşamları buluşturduğu, kendi özyaşamöyküsünden de kesitleri barındırdığı Ateş, Su ve Aşk, okuyucuyu dinlendiren sakin temposunun birdenbire hızlanıp Kore’deki savaş sahnelerinden Japonya’daki deprem ve tsunami görüntülerine, aşkı arayan karakterlerinden ıstırap dolu yalnızlıklarına değin geniş bir tematik zenginlikte yazılmış, soluk soluğa okunacak bir roman.

BİLİNMEZ RÜYALAR, SAKLANAN SIRLAR, DAĞILAN HAYATLAR

Ondan fazla ülke ve otuzu aşkın mekânda geçen romanda, Ateş Cenkata ile Richard Hale’in yaşamı nasıl ve nerede kesişecek? Su Çağlayan’ın kâbusları ile Akemi Yoshida’nın daruma heykelcikleri arasında nasıl bir gizem var? Japonya’dan İstanbul’a, Kanada’dan Amerika’ya bilinmez rüyaların, saklanan sırların, dağılan hayatların ortak noktası ne?

Bütün bu soruların yanıtı, aşkın ölümsüzlüğü üzerine yazılmış destansı bir hikâye olan Ateş, Su ve Aşk’ta...

VAROL MCKARS (VAROL KARSLIOĞLU) KİMDİR?

Yirmi yılı aşkın bir süredir çeşitli mecralarda yazan Varol Karslıoğlu, İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra yirmi yıl kadar bankacılık, mali yönetim ve denetim alanlarında çalıştı. Yapı ve Kredi Bankası, PriceWaterhouse, Sabancı Holding, Wella ve Tenneco’da denetçi ve mali işler yöneticisi olarak görev yaptı.

Kariyerinin yanı sıra otomobil tutkusunu yansıtan yazılarına 1998 yılında Dünya Oto Dergisi’nde başladı. Çalıştığı şirketlerdeki kurumsal dergilerin kurucusu ve editörü olarak yayıncılık deneyimi edinen yazar, 2005 yılında ailesiyle birlikte Kanada’ya yerleştikten sonra yazma tutkusunu sürdürdü.

Bir avuç Kanadalı Türk’ün 2000 yılında Türk dili ve edebiyatını Kanada’da yaşatmak için temelini attığı, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyete geçen Ankara Kitaplığı’nın (www.ankarakitapligi.org) öykü yarışmasında, 2009 yılında üçüncü ve 2010’da da “Amerikan Dolmuşu” adlı öyküsüyle birincilik ödülünü kazandı. Ardından Nine Car Lives adlı, otomobil öykülerinden oluşan ilk İngilizce kitabını ‘Varol McKars’ imzasıyla yayımladı.

Kanadalı Türklerin dijital yayın organı Telve’ye, 2010-2013 döneminde editör ve yazar olarak katkıda bulundu ve Telve’de, otomobil ve seyahat ağırlıklı yazıları ve röportajları yayınlandı. Yine bu süre içinde, Türkiye’nin ilk haftalık otomobil dergisi olan Otohaber’in (haftalık olarak yayımlandığı dönemde) köşeyazarı ve Kuzey Amerika muhabiri olarak 150’ye yakın köşeyazısı yazdı ve her yıl Detroit Otomobil Fuarı’na katılarak, sektörün önde gelen isimleriyle söyleşiler ve analizler kaleme aldı.

Öykü yazarlığını takiben, kendi ifadesiyle yaşamının en önemli “yazı projesi” olan “Roman”ı yazmaya koyuldu. “Ateş, Su ve Aşk”ı yazarak, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada keyifle ve heyecanla okunacak, aşkın tutkusunu duyumsatacak bir romanı sözcüklere döktü. Bu süre içinde, kendisine roman yazma gibi büyük bir proje için motivasyon sağlayan Ankara Kitaplığı’nın çalışmalarına gönüllü olarak katıldı. Ankara Kitaplığı’nın yönetim kurulu üyesi olan Karslıoğlu, bir önceki dönem de kuruluşun başkanlığını yapmıştır.

Otomobil tutkusunu da hiçbir zaman kaybetmeyen, test ve sektörel analiz yazılarına hem kendi bloğunda (www.autoandroad.com) hem de TAYSAD (Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği) (www.taysad.org.tr) bünyesindeki yazılarıyla devam eden yazar, ayrıca www.sonmedya.com.tr sitesinde köşeyazıları yazmaktadır.

On beş yıldır Kanada’da yaşayan, İngilizce ve Almanca bilen Karslıoğlu, turizm ve öğrenci danışmanlığı alanlarında, şirket ortağı, girişimci ve rehber olarak iş hayatını sürdürmektedir. Kanada’daki Türk toplumunun çalışmalarına Ankara Kitaplığı’nın yanı sıra, TEPAC (Kanadalı Türk Girişimciler ve Profesyoneller Birliği) (www.turkishbusiness.ca) ve KTDF (Kanada Türk Dernekleri Federasyonu) yönetim kurulu üyesi olarak da gönüllü katılmaktadır.

(Varol McKars, Ateş, Su ve Aşk, Başka Yerler Yayınları: 2020, Roman, 472 s.)



Belgesel film yönetmeninden sıradışı bir şiir kitabı

Uzun yıllar medya sektöründe televizyonculuk yapan Türker Alagözyaylası'nın 'Muhkem' isimli ilk şiir kitabı okuyucularıyla buluştu.

Jest Kitap markasıyla yayımlanan 'Muhkem'de şair, Garip akımı şiirlerini çağrıştıran bir üslubun yanı sıra, kentin karmaşasını merceğe aldığı şiirlerinde de İkinci Yeni şairlerini selamlıyor.

SOKAK ÇOCUKLARINDAN MUTSUZ BİREYLERE

Türkiye'nin 80 sonrası yaşadığı sosyokültürel değişimi şiirseverlere kolay, anlaşılır ve yalın bir dille yansıttığı kitabın ilk bölümü olan 'Düşüstü'nde şair, çocukluktan ilk gençliğe geçiş evresinde henüz yitirilmemiş değerlerin, dostluğun, arkadaşlığın, aşkın, sevginin, tutkunun ve paylaşımcılığın izlerini sürüyor. İmaj ve paranın insani değerlerin yerini aldığı kitabın ikinci bölümü olan 'Kartondan Burjuva'da ise, kentte yaşayan bireyin dramını çarpıcı ve kaotik bir dille aktarıyor; kentin arka sokaklarını mesken tutmuş kir pas içindeki çocukları, intihara meyilli mutsuz bireyleri, yalnız ve çaresiz yoksulları şiirin merkezine koyarak tüm 'sağlamlığı' ve 'kartonluğu' ile etraflarında yaşanan karmaşaya bakıyor hüzünle.

PERSONASINI ARAYAN ŞAİR

Şair, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının ardından büyümüş olmanın bedelini de bir sonraki 'Narkolepsi' bölümünde ödüyor. Çünkü bunca altüst oluş ve değer erozyonu, son kertede hepimiz gibi onu da kaçınılmaz olarak uyku ile uyanıklık arasındaki sancılı düşlere sürüklüyor. Sade, yalın bir dilden gerçeküstücü bir çizgiye geçerken de, "aynam/ keskin yamacım/ göster bana suretimi/ gerçeğimi" diyerek kendi personasını arıyor.

Bir dönem NTV'de yayın yönetmenliği ve prodüktörlük görevlerini üstlenen Türker Alagözyaylası, yer yer sinematografik öğelere de başvurduğu 'Muhkem'de okura, "Küçük Kıyamet" şiirinde yaptığı gibi, herkesin derin bir yalnızlığın içine gömülüp tek kelime konuşmadığı, ne acıyı acı gibi yaşayıp ne de büyük meseleleri dert edinmeden sadece kendi küçük kıyametine mahkûm oluşunu da gözler önüne seriyor.

POSTMODERN DÜNYAYA İTİRAZ

Halen kısa film ve belgesel film alanındaki çalışmalarını sürdüren Türker Alagözyaylası, gerçeküstücü bir dille kurduğu ilk şiir kitabı 'Muhkem'de şiirseverlere, özlemini çektiğimiz çocukluktan yitirilmiş aşklara, kent yalnızlığından korkulu rüyalara, mutsuz insanlardan karton karakterlere çarpıcı bir panorama sunuyor. Kitap boyunca, kentin çarkları altında ezilen bireyi hastalıklı düşler arasında gezinen gölgeler gibi hareketli resimlere dönüştürürken; ayrılığı, hüznü, acıyı, sevgiyi, yoksulluğu ve çaresizliği de kapitalizm ve postmodern dünyanın karşısına bir itiraz olarak koyuyor.

TÜRKER ALAGÖZYAYLASI KİMDİR?

1979 yılında Çorum'da dünyaya gelen Türker Alagözyaylası, Turizm Otelcilik Yüksekokulu'nun ardından üniversitede işletme ve sinema-TV eğitimi aldı.

2007-2008 yılları arasında Oda TV internet sitesinde editörlük yaptı, daha sonra dört yıl boyunca NTV'de yayın yönetmenliği ve prodüktörlük görevini üstlendi.

Şimdilerde mesleğini bağımsız olarak sürdüren şair, kısa film, video klip ve belgesel film yönetmeliğinin yanı sıra, halen belgesel film alanında çalışmalarına devam etmektedir.

'Muhkem', şairin ilk şiir kitabıdır.



22 Ağustos 2019 Perşembe

Pasajlar-1: Kelimeler Işık'sız



Türk ve dünya edebiyatından pasajlar... Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar eserinden 'Mısra 11: Kelime ve yalnızlık' bölümünden küçük bir kesidi Saadet Gadiri yorumluyor...

Gece Şiirleri kanalımıza abone olmak için buraya tıklayın!


Adım | Aysun Özgül


Derin bir nefes al. Başlıyoruz. Hazır mısın? Sana senden bahsedeceğim. Endişeli ve seni harekete geçiren, doğumunda duyduğun o sesi hatırla. Bir canlı doğmaya hazırlanıyor. Etrafta tatlı bir telaş, hararetli konuşmalar, bir kadının acısını iliklerine kadar hissettiren can çığlıkları. Saatler süren koca mücadele. Annenin acıya meydan okurcasına sıktığı elleri, ara ara gelip giden ve zamanla artan sancıları var. Etraftakiler durumun sağlıklı bir şekilde ilerlediğini söylüyorlar. Henüz içeridesin fakat dışarı çıkma çabana hayranım doğrusu. Büyük bir mücadele veriyorsun. Mücadelene senin kadar katılan, ancak sen kadar güçlü, belki de senden güçlü biri var dışarıda: Annen.
Az sonra büyük bir topluluğa katılacaksın. Bir yanda var olma, diğer yanda var etmenin güzel heyecanı sarıyor her yanı. Derin bir acının iniltisi duyuluyor son kez ve gelmeden önce anneni, hatta seni daha güçlü harekete geçiren o cümleyi duyuyorsun: “Sakin ol, derin bir nefes al!”Ardından senin sesin, “In-gaa!”, yani senin deyiminle “Dünyaya merhaba!”
Zorlu bir süreçti ama başardınız. Artık buradasın. Öğrenmek için desteğe ihtiyaç duyan, henüz konuşamayan sen, küçücük, iki ayaklı, ancak yürümenin ne olduğunu bilmeyen bir yaratık. Önce emeklemeyi, sonra yürümeyi, koşmayı, çok daha sonraları konuşmayı, hatta kendi kendine yemek yemeyi öğreneceksin. Çok derine dalma. İlk etabı başarıyla tamamladın minik canlı. Doğdun, yürüdün, büyüdün. Algılarının açıldığını hissediyorsun. Sana sunulan her imgeyi kavrıyorsun. Emmeyi bıraktın mesela, artık ellerini kullanıp çatalla meyve yiyebilme bölümündesin, tebrikler. Yaşamanın diğer etaplarına geçmek için çok çaba sarf ediyorsun. Dayan. Belirli bir süre sana sunulan uyarıcıları gayet güzel kapıyorsun. Hatta öğrenme isteğini tetiklediğini ve daha çok bilmek isteğini yansıtıyorsun çevrene, çok güzel. Gelişimin bir aksilik olmadan tamamlanmaya devam ediyor ve sen her geçen gün büyüyorsun.
Bir zaman sonra anne-babanın elinden tutup ailenden sonraki yuvana gitmeye başlıyorsun: Okula. İlk başta bu durum seni biraz ürkütse de yaşıtlarınla birlikte uyum sağlayabiliyorsun. Oyunlar ve etkinlikler, bulunduğun yeri daha çok sevmeni sağlıyor. Çizgi çizme, boyama, boncukla sayı sayma, alfabe derken okuma yazma durumunu da ilerletiyorsun. Yaşıtlarınla çeşitli aktivitelere katılıyorsun. Grup oyunları, geziler, piknikler, seni sosyalleştiren türlü programlarda bulundun hatta. Öğrenme işlemini öğretmenin yardımıyla sürdürüyorsun. Tebrikler, okul sürecin de tıkırında gitti. Başlangıcı ilkokulla yaptın, sonrasında ortaokul, ardından yorucu, hatta sende stres yaratan bir sınava girip lise öğrenciliğine adım attın. Hem keyifli, hem de aksiyonlu bir lise hayatı sende güzel izler bırakarak geride kaldı. Unutulmayan arkadaşlıklar ve tabii ki o hiç unutamayacağın sevdiğin. Güzel günler.
Hayallerin, hedeflerin, yapmak istediğin planların var. Bunun için çok çalışmalı, bol stresli, yorucu ama bir o kadar da içinde güzellikler barındıran bir basamak, yani üniversite sınavın. Temposu yüksek ve stresli günlerin ardından güzel bir puanla üniversiteye adımını attın işte, tebrikler. Artık koca biri oldun. Artık hem bir unvan sahibi, hem de sıkı bir çalışansın.
Peki kendinin ne kadar farkındasın? Neler yaptığının bilincinde misin? Bırakma, devam et okumaya, çünkü asıl gerçekler şimdi başlıyor. Sen ve toplumun diğer üyeleri dünyaya gelmeyi çok iyi başarıyor, fakat hem kendilerine, hem de dünyaya ciddi hasarlar veriyorlar, üzgünüm. Bulunduğun düzeye gelmek için oldukça gayretliydin; farkındayım. Kendini geliştirmen hoştu; aferin. Şu an senden gözlerini iyice açmanı ve bulunduğun yere odaklanmanı istiyorum. Parçası olduğun toplum her ne kadar kendini geliştirse de, çevresine değerini kaybettiriyor. Hatta sana bir sır vereyim mi; etrafındaki senler dünyayı yok ediyor. Ama onları kendilerine getirmek de yine senin elinde. Korkma. Atman gereken adımlar çok yormayacak seni, ama sınayacak. İlk olarak, herkesi dinlemeyi bırak, birilerinin görmesinden korkma, aynıyız; ilk adıma yerde duran o çöpü alıp çöp kovasına atarak başlayabilirsin, korkma! İçsesine odaklan. Seni ve üyesi olduğun grubu toparlamak, senin başlattığın adımlara bağlı. Senin, senlerin adımı bütün olunca düzelmeye başlayacağız.
Bu kadar konuştuk, kimiz biz? Dünyaya geldiği ilk andan beri öğrenen, uygulayan, her canlı gibi büyüyen biz. Bazıları güzellikleri öğrendiği gibi ne yazık ki çirkinlikleri, kötülükleri de öğreniyor. Atacağımız adımlar onları da ilgilendirecek. Bize ‘İnsan’ diyorlar. Dünya milyonlarca insanı binlerce yıldır üzerinde taşıyor. Farklıyız diğerlerinden, henüz yok olmadık, yaşam mücadelesine devam ediyor ve gitgide artıyoruz. Bir yandan parklar, bahçeler inşa ederken, öte yandan çorak alanlar, kesilen ağaçlar, yerlere atılan izmaritler... Doğaya ayak izlerimiz yerine cam kırıkları, yanmış ve yanlış kullanılmış verimli araziler, hatta gezegenimize ağır tahribatlar veren fabrika atıkları bırakıyoruz.
Görüyor musun bak; sana seni anlatayım derken, aslında bize bizi anlattım. Düzeltir miyiz dersin gidişatı? O canavar fabrikaları, nükleer santralleri yok edebilir miyiz? Bir de o unuttuğumuz güven ortamını, yardımlaşmayı, paylaşmayı ve göz göze geldiğimizde yüzümüzde oluşan o masum tebessümü hatırlatabilir miyiz birbirimize? Evet. İnan. Yapabiliriz. Ve gel bu adımın ilkini birlikte atalım.
Okumayı bitirdiğinde kocaman gül ve yaşam sorumluluğunun farkında olarak hareket et. Çünkü adımların, adımlarımız olacak ve çalışmalarımız aslında hepimizi etkileyecek.
Kapını açıp doğduğun dünyaya “buradayız ve farkındayız” demenin işte şimdi tam zamanı... Şimdi sakin ol ve derin bir nefes al...
Aysun Özgül

20 Ağustos 2019 Salı

Karmaşa | Şevval Okçu

bir balçıkla sıvanıyor güneş
bu hangi dilde seni anlatmamın en yakın hali
bu güneş hangi sabahı doğururken geceleri günaha gebe
bu tezatlar karmaşasında hangi cümle sana eş
şimdi tanrı'ya kaç meridyen mesafesinden yaklaşıyorum
gelirken gitmek nasıl
kadınlar hangi eril ele canını teslim eder
ekmek hangi dinde kutsal
şaraba haram diyen kim
şehvet en tehlikeli haline soyunur sondördünde
bu hangi çelişki, hangi sorunun cevabı bu

Şevval Okçu



Sessiz Ağıt | Batuhan Anıl Seyis

Yolcu yolunda gerek.
Bana yolcuyu uğurlamak düşer elbet.
Sırtından bakarım uzaklaşan adımlarına.
Ben, ne gideni geri getirebilirim,
Ne de kalanı avutabilirim.
Belki bir şarkıya nakarat olabilirim,
Belki de küflenmiş bir kitapta, tek sayfa...
Ama ben ne  dalından düşen bir yaprak,
Ne de yaprağı düşüren rüzgâr olabilirim.
Ne bir çocuğun gözündeki gülümseme olabilirim,
Ne de bir gülümsemeye sebep.
Bir şey olamayabilirim.
Belki hepsi de olabilirim.
Oturur bir umut ararım.
Yanı başımda duruyordur,  göremeyebilirim.
Bakınır durur varoluşuma oluş ararım.
Belki ben;
Olsam olsam,
Bu dünyadan gelip geçmiş,
Sessiz bir ağıt olabilirim.
Batuhan Anıl Seyis



1 Haziran 2019 Cumartesi

Usta İşi metinler [Dasein arşivi]

Genç edebiyatçılar için Türk ve dünya edebiyatından 'usta işi' kısa öyküler ve metinler yayınlıyoruz. Aşağıdaki görsellere tıklayarak okumak istediğiniz metni okuyabilirsiniz.










'Dijital Duygular'ın ressamından yeni sergi: 'Homo Sapiens’in Son Durağı'



Turgut Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisi 11 – 28 Haziran tarihleri arasında Beyoğlu'ndaki Tünel Sanat Galerisi'nde...

Mimar ve ressam Turgut Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli sergisi, iki bölümden oluşuyor:
Ersavaş, birinci bölümde, 'big bang'den sonra, günümüzden milyonlarca yıl önce, ilk defa Doğu Afrika'da ortaya çıkan avcı-toplayıcı gruplardan, çağımızın yapay zekâlı insansı robotlarına ve belki de gelecek yüzyıllarda, Homo Sapiens'in Mars'a uzanacak serüvenini kendine özgü yorumuyla sanatseverlere sunuyor.

2000'li yıllardan bu yana, bilimsel ve teknolojik alandaki yeni ve sıradışı buluşlar ve bu gelişmelerin insanlar ve dünyamız üzerindeki etkileri üzerindeki araştırmalarla yakından ilgilenen ve özellikle tarihçi Yuval Noah Harari ve fizik profesörü Stephen Hawking'in çalışmalarını takip eden sanatçı Ersavaş, konuyla ilgili ilk tablosunu (Dijital Duygular) 2002 yılında yapmıştı.

Serginin ikinci bölümüne gelindiğinde ise, Ersavaş'ın, Homo Sapiens'in yine kendisine, toplumuna ve yaşadığı ekosisteme, bilimsel gelişmelerin bilinçsiz kullanımıyla nasıl zarar verdiğini ele aldığı görülüyor.

Sanatseverler, Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisini, pazar, pazartesi ve resmi günler hariç her gün 10.00-19.00 saatleri arasında gezebilirler.

Yer: Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi
Tarih: 11 Haziran 2019, Salı, Saat: 18.00-20.00
Adres: Asmalı Mescit Mahallesi, Müeyyet Sk. No:1, Tünel / Beyoğlu – İstanbul
Tel: (0212) 251 42 48


USTA İŞİ | Altın çocuk mezbahada


O sıralar şans yine benden yana değildi ve sinirlerim aşırı şarap içmekten fena halde yıpranmıştı; gözlerim çılgınlaşmış, güçsüz düşmüştüm; bana genellikle soluklanma olanağı sağlayan sevkıyat memurluğu, depo sorumlusu gibi bir iş ayarlayamayacak kadar bunalımdaydım, bu yüzden et paketleme fabrikasına gidip büroya girdim.
“Seni daha önce görmedim mi ben?” diye sordu adam.
“Hayır,” diye yalan söyledim.
İki ya da üç yıl önce gitmiştim oraya, gerekli formları doldurup sağlık kontrolünden geçtikten sonra dört kat aşağı indirmişlerdi beni, indikçe soğumuştu ortalık, kan pıhtısıyla kaplıydı yerler, yerler yeşildi, duvarlar yeşildi ve adam bana işimi anlatmıştı –düğmeye basıyordun ve fillerin yere yığılışını çağrıştıran seslerden sonra bir şey geliyordu duvardaki delikten– ölü bir şey, iri, çok iri ve kanlı, ve adam göstermişti, o ölü ve devasa et yığınını omuzlayıp kamyona yüklüyordun ve yine düğmeye basıyordun ve bir tane daha geliyordu, sonra da çekip gitmişti, önlüğü, çelik başlığı ve üç numara küçük çizmeleri çıkarmış, basamakları tırmanıp kendimi dışarı atmıştım, şimdi bir kez daha ordaydım, yıkılmış.
“Bu iş için biraz yaşlı değil misin?”
“Güçlenmek istiyorum, güç kullanmayı gerektiren bir iş istiyorum,” diye yalan söyledim.
“Dayanabilecek misin?”
“Keçi gibi inatçıyımdır, eskiden dövüşürdüm. En sıkı boksörlerle dövüştüm.”
“Öyle mi?”
“Öyle.”
“Hımm, yüzünden belli, kötü yumruklar almışsın.”
“Boş ver yüzümü, ellerim çok seriydi, halen de öyledir, heyecan olsun diye arada birkaç yumruk alacaksın.”
“Boksu takip ediyorum ama adını hatırlamıyorum.”
“Başka adla dövüştüm. Altın Çocuk diye bilinirdim.”
“Altın Çocuk mu? Hiç duymadım.”
“Güney Amerika’da dövüştüm. Adalarda, Avrupa’da, küçük kentlerde. İş geçmişimdeki boşluklar bu yüzden. Boksör yazınca insanlar yalan söylediğimi ya da dalga geçtiğimi sanıyorlar. Ben de canları cehenneme deyip boş bırakıyorum.”
“Pekâlâ. Yarın sabah dokuz buçukta sağlık kontrolünden geç ve işe başla. Ağır iş istediğini söylemiştin değil mi?”
“Ee... başka bir şey varsa.”
“Hayır, şu sıralar yok. Elli yaşında filan gösteriyorsun, işe almamam lazım seni aslında. Zamanımızın ziyan edilmesine tahammülümüz yoktur.”
“Başkalarına benzemem ben. Altın Çocuk derlerdi bana.”
“Tamam çocuk,” diye gülümsedi, “seni çalıştıracağız!”
Bunu söyleyiş biçimi hiç hoşuma gitmedi.
İki gün sonra ön kapıdan girdim, tahtadan bir barakanın içinde oturan yaşlı adama, üstünde adım yazılı formu gösterdim. Henry Charles Bukowski Jr., adam beni yükleme bölümüne yolladı, Thurman’ı bulacaktım. Yükleme bölümüne yürüdüm, tahta sıraya oturmuş birkaç adam kaçık ya da homoseksüelmişim gibi baktılar bana.
Ben de kafamda en horlayıcı, en arka sokak bıçkını bakışı olarak canlandırdığım şekilde onlara baktım.
“Thurman nerede? Thurman’ı görmem gerekiyormuş.”
İçlerinden biri Thurman’ı işaret etti.
“Thurman?”
“Ne var?”
“Senin için çalışıyorum.”
“Öyle mi?”
“Evet.”
Öylece baktı bana.
“Çizmelerin nerede?”
“Çizmelerim mi? Çizmelerim yok,” dedim.
Eğildi, sıranın altından bir çift çizme çıkarıp elime tutuşturdu, eski, sertleşmiş. Ayağıma geçirdim, aynı hikâye: üç numara küçük. Parmaklarım ezilip içeri doğru kıvrıldılar.
Sonra kanlı bir önlük ile çelik bir başlık verdi. O sigarasını yakarken ben öylece durdum. Serinkanlı, erkeksi bir tavırla fırlattı kibriti.
“Gel.”
Hepsi zenciydi, yanlarına gittiğimde fanatik kara Müslümanlar gibi baktılar bana. Ben bir seksen boyundaydım ama benden uzundular, ya da iki-üç misli geniş.
“Charley!” diye kükredi Thurman.
Charley, diye geçirdim içimden, benim gibi, adaşım, bu iyi.
Çelik başlığımın içinde terlemeye başlamıştım bile.
“İşe koş şunu!”
Tanrım, yüce Tanrım, o rahat ve tatlı gecelere ne oldu? Amerikan tarzı yaşama inanan Walter Winchell’ın başına neden gelmez bu? Antropoloji dersinde sınıfın en parlak öğrencisi ben değil miydim? Ne oldu?

16 Mayıs 2019 Perşembe

'Marx İstanbul’da' bir kez daha sahnede



Tiyatroevi'nin, Howard Zinn'in 1999 yılında yazdığı Marx in Soho adlı oyunundan, Semih Çelenk'in uyarlayıp yönettiği Marx İstanbul'da oyunu, 24 Mayıs’ta Akla Kara Tiyatrosu'nda, 30 Mayıs Almanya'da, Berlin Tiyatrom'da ve 14 Haziran'da Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenecek.

Çağımıza yön veren en önemli düşünürlerden biri olan Karl Marks'ın hayatı ve düşünceleri, bir zaman yolculuğundan geçerek sahneye taşınıyor. Oyunda, öldükten sonra hakkında yapılan spekülasyonlardan, fikirlerinin yanlış anlaşılmasından şikâyetçi olan Karl Marks, öte dünyadan gelip bu yanlış anlamaları ve spekülasyonları düzeltmek istiyor.

Tiyatroevi, Howard Zinn'in 1999 yılında yazdığı Marx in Soho adlı oyunundan Semih Çelenk'in uyarlayıp yönettiği Marx İstanbul'da oyununu, Karl Marks'ın 201'inci doğum yıldönümünde 5 Mayıs'ta sahnelemişti.

2009 yılında yitirdiğimiz Amerikalı Marksist tarihçi Howard Zinn, Marks hakkındaki spekülasyonları ve yanlış anlamaları düzeltmek için bir kurgu yapar. Marks, ölmeden önce yaşadığı yere, Londra Soho'ya gelmek ister, fakat öte dünya bürokrasisi yüzünden New York Soho'ya yollanır ve o da Amerika üzerinden günümüz dünyasının, ekonomi-politik eleştirisini yapar. Oyunun yönetmeni Semih Çelenk ise, Marks'ı İstanbul’a getiriyor.

Çelenk, öte dünya bürokrasisinin Marx'ın dilekçesini yanlış anlayarak, onu Beyoğlu'ndaki Soho adlı bir eğlence kulübüne göndermesini, uyarlamasının çıkış noktası olarak aldığını söyleyerek, "Marks bugünün Türkiye'sinden ekonomi politiğe, işsizliğe, yoksulluğa, küreselleşmeye bakıyor. Kendi ağzından kendi güncellemesini İstanbul'da, İstiklal Caddesi'nde kalabalığa oynayarak yapıyor" diyor.

Oyunda Karl Marx rolünü üstlenen Hamit Demir de, Marks gibi tarihsel bir kişiliği hem kendi gerçekliğiyle, hem de bir fantastik hikâyenin kahramanı olarak Türkiye'de canlandırmanın birçok zorluğu bir arada barındırdığını belirterek, "Bu rol, sadece tarihsel bir kişilik olsaydı, oynaması daha kolay olurdu hiç kuşkusuz. Ama hem kendi gerçekliğinde ve hem de bir fantastik hikâye içinde varsayımsal bir rol kişisi olarak düşünüyoruz. Bu zor bir iş. Üstelik bunu, bir de parodiye kaçmadan, ciddi bir mizah içinde başarabilmek gerekiyor" diyor.

Marx İstanbul'da, 24 Mayıs'ta Akla Kara Tiyatrosu'nda, 30 Mayıs Almanya'da Berlin Tiyatrom'da ve 14 Haziran'da Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenecek.




Cem [Öykü]



Kapılara dışarıdan çıkıyorum. Dışarıdan nasıl mı çıkılır? Farz ederek. Halk diliyle söylersek; aklını beş karış havada tutarak.
Küçük bir ilde üniversite öğrencisi olduğunu düşün, kafanın içi her gün bu küçük ilde dolup taşıyor bir de. Sen böyle bir yerde büyük düşünceli küçük bir detaysın ki kendini hep böyle tamamlıyorsun. Sana kalsa bütün hayvanları koruyacak, bütün ihtiyaç sahiplerini doyuracak, bencil olan herkese tek tek iyiliği öğreteceksin, sevginin kudretinden bahsedeceksin ki herkes seni duyup sonsuz aşkına sarılacak. Hüzün görmek yerine yorgun bir ömür istiyorsun kendine. Buraya gelirken de bunu düşünüyordun sonuçta. Bir kıvılcıma özlem duyuyorsun şimdi. Fakat yine de heveslerle dolusun. En güzel şiiri okumak gibi. Oysa sen hep aynı şeyi istiyorsun. Yapamadığın o kadar çok şey var ki, hepsini yapabilmek adına aynı şeyi istiyorsun. Yeni bir şehre gitmek... Gittiğin yerde doyum noktasına ulaşacağına inanıyorsun. Onca hüzün içinde Polyanna hayallerini başaracağını düşünüyorsun. Fakat unutuyorsun; sen zaten sürekli gidiyorsun. Bu kaçıncı şehir? Düşünceleri ile şehirleri taşıran sensin. Küçük halinle sığamayan sensin. Eksiksin. Kendini kendi ile tamamlayan hangi insan bir diğerine umut olmuştur ki? Sen de dahil, hanginiz?
Kafanın içini o kadar yoruyorsun ki bu saatlerde, günlük rutinini yapmak için hazırlanıyorsun.
Yürüyüş yapıyorsun, her akşam saat 9 civarında. Yürümek değil de izlemek keyif veriyor. Yürürken kendi düşüncelerine bir kez daha boğulursun, izlerken ise onların hakkında derince dalıp gidersin. Sokak sokak var olan her şeyi izliyorsun. Arkasındaki hikâyeleri hayal ediyor ve her bir kaldırım taşına bir hikâye kuruyorsun. Bastığın taşları görmeden. Birikmiş taş yığınlarını gruplara ayırıyorsun, kimse yalnız kalmamalı. Belki de senin bu adil ayırmanda büyük bir haksızlık vardır. Birilerini yalnız bırakmışsındır. Hayır, bu sana ait değil, Tanrı’ya özgü bir hata. Sen yoluna devam ediyorsun. Gelişigüzel geçerken bir kafenin önünden, tanıdık bir ses mırıldanıyor yüksek kelimelerle mikrofona. Bilmiş bilmiş bahsediyor bir şeylerden. Heyecanlandırıyor bu ses seni. Sese yöneldikçe buğulu camlar ve camlara içeriden asılmış perdeler görüyorsun. Net göremiyorsun sesi. Sanki yasak gibi. Onu bir sebepten ötürü sadece içeridekiler görebiliyor. Belki Tanrı küçük oyunlarını oynuyor yine, belki hiç anlaşamayacak ve birbirinizin çirkin yüzünü göreceksiniz. Tanrı sever küçük zarları. Bir siluet, oturuyor sanki. Anımsadığın bu görüntü, kendini sesi ile hatırlatıyor sana. Saatlerce sohbet ettiğin bir ses gibi. Tanrım? Sen mi geldin? Kokusunu bilmediğin için ne kadar da şanslısın, sesi daha iyi duymak için gözlerini kapatıp dinliyorsun. Gözlerinle de duyarsın, varlığın ötesinde hayallerinde var edersin tüm bu hisleri sana vereni. Ve bu daha gerçekçidir masum bakışlı bir kaçaktan. Evet, şanslısın ki kokusunu bilmiyorsun. Biliyor olsaydın ona yakınlaşman gerekirdi buğulu ve kapalı camların arkasından. Tanıyabilmen için. Ne kadar yakınlaşman gerekirse gereksin, sen yakınında olabilir miydin peki, en iyi ihtimalin karşısında? Aynı hislerle sana bakan bir arkadaşın duruyor karşında. Onaylıyor gözleri ile seni. Arkadaşına bakıyorsun durumu anlamlandırmak adına. Eliyle çağırıyor seni. Sana mücevher dolu bir kutu verircesine heyecanlı. Esmer parmakları açılıp kapanıyor. Gidiyorsun. Mekânın arka tarafındaki küçük bir pencere. Unutulmuş bir pencere. Buğulu değil. Perde dışarıdan asılmış pencereye. Perdeyi iki parmağıyla aralıyor arkadaşın, içerideki ışık yüzüne yansıyor. Tozlu bir dürbünden bakar gibi görebiliyorsun onun sırtını. Bu yalnız kalmış sırt, seni heyecanlandırıyor. O siluetin sırtını tanıyorsun artık. Geniş omuzlu bir ceket giyinmiş. Omuzlarındaki dünya yükünü gizlemeye çalışır gibi omzu olan bir ceket. Düşün ki bir sırt sana, orada mecburen durduğunu düşündürüyor.
"Elinde cennetin kayıp haritası," diyor ve diyor. "Kimse görmüyor, kimse duymuyor."
"Bırak düşsün omuzların, bu kadar da dik durmak zorunda değilsin, haykıra haykıra yaşa bu yükü. Kelimelerindeki ve sesindeki sızıda gizleme artık,” demek istiyorsun. Duymayacak diye bunu, iç geçirerek, vazgeçiyorsun söylemekten.

9 Ocak 2019 Çarşamba

Edebiyatımızda bir devrin sonu: 'Eski Köye Yeni Roman'


Erkan Irmak, Eski Köye Yeni Roman'da bir dönem boyunca Türkiye'de etkili olmuş "köy romanı" türünün tarihini, kökenini ve sonunu ele alıyor.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e köy ve köylüye bakışın biçimlenişi ve dolayısıyla köyde geçen ya da köy temalı romanlarla köy romanlarının arasındaki türsel farka odaklanıyor. Bunu aynı zamanda kuramsal bir meseleye, romanın ne olduğu ve köy romanlarının nasıl tanımlanabileceği sorusuna ayırarak ayrıntılandırıyor.
Roman türünün diğer edebi türlerden nasıl ayırt edilebileceğini, ontolojik ve epistemolojik kaynaklarının neler olduğunu, roman hakkında öne sürülen farklı teorik yaklaşımların nasıl yorumlanabileceğini ve nihai olarak da bu tartışmaların sonunda bir "köy romanı" fikrinin hangi özellikler etrafında çerçevelendirilebileceğini tartışıyor.
Erkan Irmak, bir yandan 1950'den 1980'e uzanan bir süreçte "köy romanı tarihi" kılavuzu oluşturmaya çalışırken, diğer taraftan köy romanı türünü etraflıca tartışan bir kaynak ortaya çıkarıyor.

ERKAN IRMAK KİMDİR?
1983 yılında İstanbul’da doğdu. Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Kayıp Destan'ın İzinde adlı Nâzım Hikmet'in Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları'na odaklanan yüksek lisans tezi, 2009 Memet Fuat Eleştiri/İnceleme Ödülü'ne layık görüldü. Aynı adla İletişim Yayınları’nca yayımlanan kitabı ise 2011’de Cevdet Kudret Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Azade Seyhan'ın Modern Türk Romanı isimli çalışmasını Türkçeye çevirdi.
Makale, deneme, çeviri ve eleştiri yazıları çeşitli dergi ve kitaplarda yer almıştır. 2011'den bu yana İstanbul Şehir Üniversitesi'nde eleştirel okuma ve yazma dersleri vermektedir.

(Erkan Irmak, Eski Köye Yeni Roman – Köy Romanının Tarihi, Kökeni ve Sonu (1950-1980), İletişim Yayınları, İnceleme, Aralık 2018, 332 s.)

VİDEO-KLİP | Turgut Uyar / "Binlerce"



binlerce pazartesi geçti ömrümde
hangisiydi o çıkaramıyorum
bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu
demek oldukça eski

bir de saçmasapan şeyler
bir kızın dizaltını örneğin
bir adamın çirkin sigara içişini

nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada
hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna
kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana
güzel bir öğle vakti
eski güzel bir akşamı hatırlayarak
sonra dopdolu şeyler
damacanalar gibi
içim kabarıyor

sonu olsun diyorum
neyin sonu ama
hiç değilse bu taş basamakların