4 Aralık 2018 Salı

USTA İŞİ | Çiftlik kapısına vuruş


Yaz aylarında rastlanan çok sıcak günlerden biriydi. Kız kardeşimle eve dönüyorduk, bir çiftlik kapısının önünden geçti yolumuz. Kız kardeşim çiftliğin kapısına bilerek mi yoksa dalgınlıkla mı vurdu, hatta vurmadı da, yumruğuyla tehdit edercesine bir hareket mi yaptı, farkına varamadım. Köy, çiftliğin kapısından yüz adım sonra, solda kalıyordu. Köyü tanımıyorduk ama henüz köyün ilk evine vardığımızda, bize el sallayan köylüler gördük. Korkmuşa benziyorlardı; dostlukla, bizi uyarmak ister gibi, handiyse iki büklüm eğilerek sallıyorlardı ellerini. Az önce önünden geçtiğimiz çiftliği işaret ediyor, o kapıya vuruşumuzu anımsatıyorlardı. Çiftlik sahipleri bizden şikâyetçi olacakmış, soruşturma da hiç durmaksızın başlayacakmış. Hiç istifimi bozmadığım gibi, kız kardeşimi de yatıştırdım. Kız kardeşim kapıya hiç vurmamış bile olabilirdi. Diyelim vurmuş olsun, bir çiftlik kapısına vurmanın suç olduğu nerede görülmüş? Yanımıza gelen köylülere de anlatmaya çalıştım bunu. Bana kulak vermekle birlikte, düşüncelerini açıklamaktan kaçındılar. Sonra, sadece kız kardeşim değil, onun ağabeyi olarak benim de suçlanacağımı eklediler. Başımı sallarken gülümsedim.

Hep birlikte çiftliğe bakıyorduk; hani uzakta gördüğü dumana dikkat kesilip alevleri de görmek için bekleyen insanlar vardır ya, tıpkı onlar gibi bakıyorduk çiftliğe. Gerçekten de çok beklemedik, ardına dek açılan çiftlik kapısından içeriye atlıların girdiğini gördük. Yerden kalkan toz her yanı dumana boğdu, bir tek, atlıların uzun kargılarının uçları parıltısını yitirmedi. Anladığım kadarıyla, avluya girer girmez atların başlarını geriye çevirmişler, bize doğru yola koyulmuşlardı. Kız kardeşimi yanımdan uzaklaşması için ittim, sorunu tek başıma çözeceğimi söyledim. Ama o, beni yalnız bırakmak istemiyordu. Hiç olmazsa giysisini değiştirmesini söyledim, gelenlerin karşısında iyi giyimli olmak gerekebilirdi. Nihayet dediğimi yapıp uzaktaki evimizin yolunu tuttu. Atlılar gelir gelmez, atlarından bile inmeden kız kardeşimi sordular. Biraz çekinerek, şu anda burada olmadığını fakat geleceğini söyledim. Yanıtım onları ilgilendirmişe benzemiyordu. En azından beni yakalamışlardı ya, gerisi pek umurlarında değildi. Başlarında iki kişi vardı: Hareketli bir genç olan yargıç ile onun hiç de konuşkan olmayan yardımcısı Asman. Beni köyün konukevine çağırdılar. Pantolon askılarımla oynayıp başımı sallıyor, çevremdekilerin bakışlarını üzerimde hissederek ağır adımlarla yürüyordum. İnancım hâlâ katıksızdı: Benim gibi bir şehirlinin bu köylülerin elinden kurtulmak, hatta onların gözünde en saygıdeğer kişi olmak için tek bir sözcükten fazlasına gereksinimi yoktu. Nedir, konukevinin eşiğinden içeri girdiğim anda, yargıcın bana acıdığını söylediğini işittim. Yine de kuşkum yoktu, yargıç içinde bulunduğum durumu değil, ileride karşılaşacaklarımı kastetmiş olmalıydı. Bulunduğum mekân, konukevinden çok, cezaevi hücresine benziyordu. Zemin büyük malta taşlarıyla döşenmişti, duvarlar çıplaktı, ucu duvara sabitlenmiş demir bir halka ve ameliyat masasıyla sedir melezi bir şeyden başka mefruşat yoktu.

Artık bu cezaevi havasından başkasını soluyabilecek miydim? Asıl sorun buydu; daha doğrusu, tam o anda kurtulmaktan umudumu yitirmesem, sorun olabilecek şey buydu.

(Franz Kafka, Ceza Sömürgesi, Altıkırkbeş Yayınları, Öykü, 2011)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder