22 Ağustos 2019 Perşembe
Pasajlar-1: Kelimeler Işık'sız
Türk ve dünya edebiyatından pasajlar... Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar eserinden 'Mısra 11: Kelime ve yalnızlık' bölümünden küçük bir kesidi Saadet Gadiri yorumluyor...
Gece Şiirleri kanalımıza abone olmak için buraya tıklayın!
Adım | Aysun Özgül
Derin
bir nefes al. Başlıyoruz. Hazır mısın? Sana senden bahsedeceğim. Endişeli ve
seni harekete geçiren, doğumunda duyduğun o sesi hatırla. Bir canlı doğmaya
hazırlanıyor. Etrafta tatlı bir telaş, hararetli konuşmalar, bir kadının
acısını iliklerine kadar hissettiren can çığlıkları. Saatler süren koca mücadele.
Annenin acıya meydan okurcasına sıktığı elleri, ara ara gelip giden ve zamanla
artan sancıları var. Etraftakiler durumun sağlıklı bir şekilde
ilerlediğini söylüyorlar. Henüz içeridesin fakat dışarı çıkma çabana hayranım doğrusu.
Büyük bir mücadele veriyorsun. Mücadelene senin kadar katılan, ancak sen kadar güçlü,
belki de senden güçlü biri var dışarıda: Annen.
Az
sonra büyük bir topluluğa katılacaksın. Bir yanda var olma, diğer yanda var
etmenin güzel heyecanı sarıyor her yanı. Derin bir acının iniltisi duyuluyor
son kez ve gelmeden önce anneni, hatta seni daha güçlü harekete geçiren o
cümleyi duyuyorsun: “Sakin ol, derin bir nefes al!”Ardından senin sesin, “In-gaa!”,
yani senin deyiminle “Dünyaya merhaba!”
Zorlu
bir süreçti ama başardınız. Artık buradasın. Öğrenmek için desteğe ihtiyaç
duyan, henüz konuşamayan sen, küçücük, iki ayaklı, ancak yürümenin ne olduğunu
bilmeyen bir yaratık. Önce emeklemeyi, sonra yürümeyi, koşmayı, çok daha
sonraları konuşmayı, hatta kendi kendine yemek yemeyi öğreneceksin. Çok derine
dalma. İlk etabı başarıyla tamamladın minik canlı. Doğdun, yürüdün, büyüdün.
Algılarının açıldığını hissediyorsun. Sana sunulan her imgeyi kavrıyorsun.
Emmeyi bıraktın mesela, artık ellerini kullanıp çatalla meyve yiyebilme
bölümündesin, tebrikler. Yaşamanın diğer etaplarına geçmek için çok çaba sarf
ediyorsun. Dayan. Belirli bir süre sana sunulan uyarıcıları gayet güzel
kapıyorsun. Hatta öğrenme isteğini tetiklediğini ve daha çok bilmek isteğini
yansıtıyorsun çevrene, çok güzel. Gelişimin bir aksilik olmadan tamamlanmaya
devam ediyor ve sen her geçen gün büyüyorsun.
Bir
zaman sonra anne-babanın elinden tutup ailenden sonraki yuvana gitmeye başlıyorsun:
Okula. İlk başta bu durum seni biraz ürkütse de yaşıtlarınla birlikte uyum sağlayabiliyorsun.
Oyunlar ve etkinlikler, bulunduğun yeri daha çok sevmeni sağlıyor. Çizgi çizme,
boyama, boncukla sayı sayma, alfabe derken okuma yazma durumunu da ilerletiyorsun.
Yaşıtlarınla çeşitli aktivitelere katılıyorsun. Grup oyunları, geziler,
piknikler, seni sosyalleştiren türlü programlarda bulundun hatta. Öğrenme
işlemini öğretmenin yardımıyla sürdürüyorsun. Tebrikler, okul sürecin de
tıkırında gitti. Başlangıcı ilkokulla yaptın, sonrasında ortaokul, ardından yorucu,
hatta sende stres yaratan bir sınava girip lise öğrenciliğine adım attın. Hem
keyifli, hem de aksiyonlu bir lise hayatı sende güzel izler bırakarak geride kaldı.
Unutulmayan arkadaşlıklar ve tabii ki o hiç unutamayacağın sevdiğin. Güzel
günler.
Hayallerin,
hedeflerin, yapmak istediğin planların var. Bunun için çok çalışmalı, bol
stresli, yorucu ama bir o kadar da içinde güzellikler barındıran bir basamak, yani
üniversite sınavın. Temposu yüksek ve stresli günlerin ardından güzel bir
puanla üniversiteye adımını attın işte, tebrikler. Artık koca biri oldun. Artık
hem bir unvan sahibi, hem de sıkı bir çalışansın.
Peki
kendinin ne kadar farkındasın? Neler yaptığının bilincinde misin? Bırakma, devam
et okumaya, çünkü asıl gerçekler şimdi başlıyor. Sen ve toplumun diğer üyeleri dünyaya
gelmeyi çok iyi başarıyor, fakat hem kendilerine, hem de dünyaya ciddi hasarlar
veriyorlar, üzgünüm. Bulunduğun düzeye gelmek için oldukça gayretliydin;
farkındayım. Kendini geliştirmen hoştu; aferin. Şu an senden gözlerini iyice
açmanı ve bulunduğun yere odaklanmanı istiyorum. Parçası olduğun toplum her ne
kadar kendini geliştirse de, çevresine değerini kaybettiriyor. Hatta sana bir
sır vereyim mi; etrafındaki senler dünyayı yok ediyor. Ama onları kendilerine
getirmek de yine senin elinde. Korkma. Atman gereken adımlar çok yormayacak
seni, ama sınayacak. İlk olarak, herkesi dinlemeyi bırak, birilerinin
görmesinden korkma, aynıyız; ilk adıma yerde duran o çöpü alıp çöp kovasına
atarak başlayabilirsin, korkma! İçsesine odaklan. Seni ve üyesi olduğun grubu
toparlamak, senin başlattığın adımlara bağlı. Senin, senlerin adımı bütün
olunca düzelmeye başlayacağız.
Bu
kadar konuştuk, kimiz biz? Dünyaya geldiği ilk andan beri öğrenen, uygulayan,
her canlı gibi büyüyen biz. Bazıları güzellikleri öğrendiği gibi ne yazık ki çirkinlikleri,
kötülükleri de öğreniyor. Atacağımız adımlar onları da ilgilendirecek. Bize ‘İnsan’
diyorlar. Dünya milyonlarca insanı binlerce yıldır üzerinde taşıyor. Farklıyız
diğerlerinden, henüz yok olmadık, yaşam mücadelesine devam ediyor ve gitgide
artıyoruz. Bir yandan parklar, bahçeler inşa ederken, öte yandan çorak alanlar,
kesilen ağaçlar, yerlere atılan izmaritler... Doğaya ayak izlerimiz yerine cam
kırıkları, yanmış ve yanlış kullanılmış verimli araziler, hatta gezegenimize
ağır tahribatlar veren fabrika atıkları bırakıyoruz.
Görüyor
musun bak; sana seni anlatayım derken, aslında bize bizi anlattım. Düzeltir
miyiz dersin gidişatı? O canavar fabrikaları, nükleer santralleri yok edebilir
miyiz? Bir de o unuttuğumuz güven ortamını, yardımlaşmayı, paylaşmayı ve göz
göze geldiğimizde yüzümüzde oluşan o masum tebessümü hatırlatabilir miyiz birbirimize?
Evet. İnan. Yapabiliriz. Ve gel bu adımın ilkini birlikte atalım.
Okumayı
bitirdiğinde kocaman gül ve yaşam sorumluluğunun farkında olarak hareket et.
Çünkü adımların, adımlarımız olacak ve çalışmalarımız aslında hepimizi etkileyecek.
Kapını açıp doğduğun dünyaya “buradayız ve farkındayız”
demenin işte şimdi tam zamanı... Şimdi sakin ol ve derin bir nefes al...
Aysun Özgül
20 Ağustos 2019 Salı
Karmaşa | Şevval Okçu
bir balçıkla sıvanıyor güneş
bu hangi dilde seni anlatmamın en yakın hali
bu güneş hangi sabahı doğururken geceleri günaha gebe
bu tezatlar karmaşasında hangi cümle sana eş
şimdi tanrı'ya kaç meridyen mesafesinden yaklaşıyorum
gelirken gitmek nasıl
kadınlar hangi eril ele canını teslim eder
ekmek hangi dinde kutsal
şaraba haram diyen kim
şehvet en tehlikeli haline soyunur sondördünde
bu hangi çelişki, hangi sorunun cevabı bu
Şevval Okçu
Sessiz Ağıt | Batuhan Anıl Seyis
Yolcu yolunda gerek.
Bana yolcuyu uğurlamak düşer elbet.
Sırtından bakarım uzaklaşan adımlarına.
Ben, ne gideni geri getirebilirim,
Ne de kalanı avutabilirim.
Belki bir şarkıya nakarat olabilirim,
Belki de küflenmiş bir kitapta, tek sayfa...
Ama ben ne dalından düşen bir yaprak,
Ne de yaprağı düşüren rüzgâr olabilirim.
Ne bir çocuğun gözündeki gülümseme olabilirim,
Ne de bir gülümsemeye sebep.
Bir şey olamayabilirim.
Belki hepsi de olabilirim.
Oturur bir umut ararım.
Yanı başımda duruyordur, göremeyebilirim.
Bakınır durur varoluşuma oluş ararım.
Belki ben;
Olsam olsam,
Bu dünyadan gelip geçmiş,
Sessiz bir ağıt olabilirim.
Batuhan Anıl Seyis
1 Haziran 2019 Cumartesi
Usta İşi metinler [Dasein arşivi]
'Dijital Duygular'ın ressamından yeni sergi: 'Homo Sapiens’in Son Durağı'
Turgut Ersavaş'ın
'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisi 11 – 28
Haziran tarihleri arasında Beyoğlu'ndaki Tünel Sanat Galerisi'nde...
Mimar ve ressam Turgut Ersavaş'ın
'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli sergisi, iki bölümden
oluşuyor:
Ersavaş, birinci bölümde, 'big bang'den
sonra, günümüzden milyonlarca yıl önce, ilk defa Doğu Afrika'da ortaya çıkan
avcı-toplayıcı gruplardan, çağımızın yapay zekâlı insansı robotlarına ve belki
de gelecek yüzyıllarda, Homo Sapiens'in Mars'a uzanacak serüvenini kendine özgü
yorumuyla sanatseverlere sunuyor.
2000'li yıllardan bu yana, bilimsel ve
teknolojik alandaki yeni ve sıradışı buluşlar ve bu gelişmelerin insanlar ve
dünyamız üzerindeki etkileri üzerindeki araştırmalarla yakından ilgilenen ve
özellikle tarihçi Yuval Noah Harari ve fizik profesörü Stephen Hawking'in
çalışmalarını takip eden sanatçı Ersavaş, konuyla ilgili ilk tablosunu (Dijital
Duygular) 2002 yılında yapmıştı.
Serginin ikinci bölümüne gelindiğinde
ise, Ersavaş'ın, Homo Sapiens'in yine kendisine, toplumuna ve yaşadığı
ekosisteme, bilimsel gelişmelerin bilinçsiz kullanımıyla nasıl zarar verdiğini
ele aldığı görülüyor.
Sanatseverler, Ersavaş'ın 'Dijital Aşk:
Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisini, pazar, pazartesi ve resmi
günler hariç her gün 10.00-19.00 saatleri arasında gezebilirler.
Yer: Ziraat Bankası
Tünel Sanat Galerisi
Tarih: 11 Haziran 2019,
Salı, Saat: 18.00-20.00
Adres: Asmalı Mescit Mahallesi, Müeyyet Sk. No:1, Tünel / Beyoğlu – İstanbul
Tel: (0212) 251 42 48
USTA İŞİ | Altın çocuk mezbahada
O sıralar şans yine benden yana değildi ve sinirlerim
aşırı şarap içmekten fena halde yıpranmıştı; gözlerim çılgınlaşmış, güçsüz
düşmüştüm; bana genellikle soluklanma olanağı sağlayan sevkıyat memurluğu, depo
sorumlusu gibi bir iş ayarlayamayacak kadar bunalımdaydım, bu yüzden et
paketleme fabrikasına gidip büroya girdim.
“Seni daha önce görmedim mi ben?” diye sordu adam.
“Hayır,” diye yalan söyledim.
İki ya da üç yıl önce gitmiştim oraya, gerekli
formları doldurup sağlık kontrolünden geçtikten sonra dört kat aşağı
indirmişlerdi beni, indikçe soğumuştu ortalık, kan pıhtısıyla kaplıydı yerler,
yerler yeşildi, duvarlar yeşildi ve adam bana işimi anlatmıştı –düğmeye
basıyordun ve fillerin yere yığılışını çağrıştıran seslerden sonra bir şey
geliyordu duvardaki delikten– ölü bir şey, iri, çok iri ve kanlı, ve adam
göstermişti, o ölü ve devasa et yığınını omuzlayıp kamyona yüklüyordun ve yine
düğmeye basıyordun ve bir tane daha geliyordu, sonra da çekip gitmişti, önlüğü,
çelik başlığı ve üç numara küçük çizmeleri çıkarmış, basamakları tırmanıp
kendimi dışarı atmıştım, şimdi bir kez daha ordaydım, yıkılmış.
“Bu iş için biraz yaşlı değil misin?”
“Güçlenmek istiyorum, güç kullanmayı gerektiren bir iş
istiyorum,” diye yalan söyledim.
“Dayanabilecek misin?”
“Keçi gibi inatçıyımdır, eskiden dövüşürdüm. En sıkı
boksörlerle dövüştüm.”
“Öyle mi?”
“Öyle.”
“Hımm, yüzünden belli, kötü yumruklar almışsın.”
“Boş ver yüzümü, ellerim çok seriydi, halen de
öyledir, heyecan olsun diye arada birkaç yumruk alacaksın.”
“Boksu takip ediyorum ama adını hatırlamıyorum.”
“Başka adla dövüştüm. Altın Çocuk diye bilinirdim.”
“Altın Çocuk mu? Hiç duymadım.”
“Güney Amerika’da dövüştüm. Adalarda, Avrupa’da, küçük
kentlerde. İş geçmişimdeki boşluklar bu yüzden. Boksör yazınca insanlar yalan
söylediğimi ya da dalga geçtiğimi sanıyorlar. Ben de canları cehenneme deyip
boş bırakıyorum.”
“Pekâlâ. Yarın sabah dokuz buçukta sağlık kontrolünden
geç ve işe başla. Ağır iş istediğini söylemiştin değil mi?”
“Ee... başka bir şey varsa.”
“Hayır, şu sıralar yok. Elli yaşında filan
gösteriyorsun, işe almamam lazım seni aslında. Zamanımızın ziyan edilmesine
tahammülümüz yoktur.”
“Başkalarına benzemem ben. Altın Çocuk derlerdi bana.”
“Tamam çocuk,” diye gülümsedi, “seni çalıştıracağız!”
Bunu söyleyiş biçimi hiç hoşuma gitmedi.
İki gün sonra ön kapıdan girdim, tahtadan bir
barakanın içinde oturan yaşlı adama, üstünde adım yazılı formu gösterdim. Henry
Charles Bukowski Jr., adam beni yükleme bölümüne yolladı, Thurman’ı bulacaktım.
Yükleme bölümüne yürüdüm, tahta sıraya oturmuş birkaç adam kaçık ya da
homoseksüelmişim gibi baktılar bana.
Ben de kafamda en horlayıcı, en arka sokak bıçkını bakışı
olarak canlandırdığım şekilde onlara baktım.
“Thurman nerede? Thurman’ı görmem gerekiyormuş.”
İçlerinden biri Thurman’ı işaret etti.
“Thurman?”
“Ne var?”
“Senin için çalışıyorum.”
“Öyle mi?”
“Evet.”
Öylece baktı bana.
“Çizmelerin nerede?”
“Çizmelerim mi? Çizmelerim yok,” dedim.
Eğildi, sıranın altından bir çift çizme çıkarıp elime
tutuşturdu, eski, sertleşmiş. Ayağıma geçirdim, aynı hikâye: üç numara küçük.
Parmaklarım ezilip içeri doğru kıvrıldılar.
Sonra kanlı bir önlük ile çelik bir başlık verdi. O
sigarasını yakarken ben öylece durdum. Serinkanlı, erkeksi bir tavırla fırlattı
kibriti.
“Gel.”
Hepsi zenciydi, yanlarına gittiğimde fanatik kara Müslümanlar
gibi baktılar bana. Ben bir seksen boyundaydım ama benden uzundular, ya da
iki-üç misli geniş.
“Charley!” diye kükredi Thurman.
Charley, diye geçirdim içimden, benim gibi, adaşım, bu iyi.
Çelik başlığımın içinde terlemeye başlamıştım bile.
“İşe koş şunu!”
Tanrım, yüce Tanrım, o rahat ve tatlı gecelere ne oldu?
Amerikan tarzı yaşama inanan Walter Winchell’ın başına neden gelmez bu?
Antropoloji dersinde sınıfın en parlak öğrencisi ben değil miydim? Ne oldu?
16 Mayıs 2019 Perşembe
'Marx İstanbul’da' bir kez daha sahnede
Tiyatroevi'nin, Howard Zinn'in 1999 yılında yazdığı Marx in Soho adlı oyunundan, Semih Çelenk'in uyarlayıp yönettiği Marx İstanbul'da oyunu, 24 Mayıs’ta Akla Kara Tiyatrosu'nda, 30 Mayıs Almanya'da, Berlin Tiyatrom'da ve 14 Haziran'da Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenecek.
Çağımıza yön veren en önemli düşünürlerden biri olan Karl Marks'ın hayatı ve düşünceleri, bir zaman yolculuğundan geçerek sahneye taşınıyor. Oyunda, öldükten sonra hakkında yapılan spekülasyonlardan, fikirlerinin yanlış anlaşılmasından şikâyetçi olan Karl Marks, öte dünyadan gelip bu yanlış anlamaları ve spekülasyonları düzeltmek istiyor.
Tiyatroevi, Howard Zinn'in 1999 yılında yazdığı Marx in Soho adlı oyunundan Semih Çelenk'in uyarlayıp yönettiği Marx İstanbul'da oyununu, Karl Marks'ın 201'inci doğum yıldönümünde 5 Mayıs'ta sahnelemişti.
2009 yılında yitirdiğimiz Amerikalı Marksist tarihçi Howard Zinn, Marks hakkındaki spekülasyonları ve yanlış anlamaları düzeltmek için bir kurgu yapar. Marks, ölmeden önce yaşadığı yere, Londra Soho'ya gelmek ister, fakat öte dünya bürokrasisi yüzünden New York Soho'ya yollanır ve o da Amerika üzerinden günümüz dünyasının, ekonomi-politik eleştirisini yapar. Oyunun yönetmeni Semih Çelenk ise, Marks'ı İstanbul’a getiriyor.
Çelenk, öte dünya bürokrasisinin Marx'ın dilekçesini yanlış anlayarak, onu Beyoğlu'ndaki Soho adlı bir eğlence kulübüne göndermesini, uyarlamasının çıkış noktası olarak aldığını söyleyerek, "Marks bugünün Türkiye'sinden ekonomi politiğe, işsizliğe, yoksulluğa, küreselleşmeye bakıyor. Kendi ağzından kendi güncellemesini İstanbul'da, İstiklal Caddesi'nde kalabalığa oynayarak yapıyor" diyor.
Oyunda Karl Marx rolünü üstlenen Hamit Demir de, Marks gibi tarihsel bir kişiliği hem kendi gerçekliğiyle, hem de bir fantastik hikâyenin kahramanı olarak Türkiye'de canlandırmanın birçok zorluğu bir arada barındırdığını belirterek, "Bu rol, sadece tarihsel bir kişilik olsaydı, oynaması daha kolay olurdu hiç kuşkusuz. Ama hem kendi gerçekliğinde ve hem de bir fantastik hikâye içinde varsayımsal bir rol kişisi olarak düşünüyoruz. Bu zor bir iş. Üstelik bunu, bir de parodiye kaçmadan, ciddi bir mizah içinde başarabilmek gerekiyor" diyor.
Marx İstanbul'da, 24 Mayıs'ta Akla Kara Tiyatrosu'nda, 30 Mayıs Almanya'da Berlin Tiyatrom'da ve 14 Haziran'da Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenecek.
Cem [Öykü]
Kapılara
dışarıdan çıkıyorum. Dışarıdan nasıl mı çıkılır? Farz ederek. Halk diliyle
söylersek; aklını beş karış havada tutarak.
Küçük
bir ilde üniversite öğrencisi olduğunu düşün, kafanın içi her gün bu küçük ilde
dolup taşıyor bir de. Sen böyle bir yerde büyük düşünceli küçük bir detaysın ki
kendini hep böyle tamamlıyorsun. Sana kalsa bütün hayvanları koruyacak, bütün
ihtiyaç sahiplerini doyuracak, bencil olan herkese tek tek iyiliği
öğreteceksin, sevginin kudretinden bahsedeceksin ki herkes seni duyup sonsuz
aşkına sarılacak. Hüzün görmek yerine yorgun bir ömür istiyorsun kendine.
Buraya gelirken de bunu düşünüyordun sonuçta. Bir kıvılcıma özlem duyuyorsun
şimdi. Fakat yine de heveslerle dolusun. En güzel şiiri okumak gibi. Oysa sen
hep aynı şeyi istiyorsun. Yapamadığın o kadar çok şey var ki, hepsini
yapabilmek adına aynı şeyi istiyorsun. Yeni bir şehre gitmek... Gittiğin yerde
doyum noktasına ulaşacağına inanıyorsun. Onca hüzün içinde Polyanna hayallerini
başaracağını düşünüyorsun. Fakat unutuyorsun; sen zaten sürekli gidiyorsun. Bu
kaçıncı şehir? Düşünceleri ile şehirleri taşıran sensin. Küçük halinle
sığamayan sensin. Eksiksin. Kendini kendi ile tamamlayan hangi insan bir
diğerine umut olmuştur ki? Sen de dahil, hanginiz?
Kafanın
içini o kadar yoruyorsun ki bu saatlerde, günlük rutinini yapmak için
hazırlanıyorsun.
Yürüyüş
yapıyorsun, her akşam saat 9 civarında. Yürümek değil de izlemek keyif veriyor.
Yürürken kendi düşüncelerine bir kez daha boğulursun, izlerken ise onların
hakkında derince dalıp gidersin. Sokak sokak var olan her şeyi izliyorsun.
Arkasındaki hikâyeleri hayal ediyor ve her bir kaldırım taşına bir hikâye
kuruyorsun. Bastığın taşları görmeden. Birikmiş taş yığınlarını gruplara
ayırıyorsun, kimse yalnız kalmamalı. Belki de senin bu adil ayırmanda büyük bir
haksızlık vardır. Birilerini yalnız bırakmışsındır. Hayır, bu sana ait değil,
Tanrı’ya özgü bir hata. Sen yoluna devam ediyorsun. Gelişigüzel geçerken bir
kafenin önünden, tanıdık bir ses mırıldanıyor yüksek kelimelerle mikrofona.
Bilmiş bilmiş bahsediyor bir şeylerden. Heyecanlandırıyor bu ses seni. Sese
yöneldikçe buğulu camlar ve camlara içeriden asılmış perdeler görüyorsun. Net
göremiyorsun sesi. Sanki yasak gibi. Onu bir sebepten ötürü sadece içeridekiler
görebiliyor. Belki Tanrı küçük oyunlarını oynuyor yine, belki hiç anlaşamayacak
ve birbirinizin çirkin yüzünü göreceksiniz. Tanrı sever küçük zarları. Bir
siluet, oturuyor sanki. Anımsadığın bu görüntü, kendini sesi ile hatırlatıyor
sana. Saatlerce sohbet ettiğin bir ses gibi. Tanrım? Sen mi geldin? Kokusunu
bilmediğin için ne kadar da şanslısın, sesi daha iyi duymak için gözlerini
kapatıp dinliyorsun. Gözlerinle de duyarsın, varlığın ötesinde hayallerinde var
edersin tüm bu hisleri sana vereni. Ve bu daha gerçekçidir masum bakışlı bir
kaçaktan. Evet, şanslısın ki kokusunu bilmiyorsun. Biliyor olsaydın ona
yakınlaşman gerekirdi buğulu ve kapalı camların arkasından. Tanıyabilmen için.
Ne kadar yakınlaşman gerekirse gereksin, sen yakınında olabilir miydin peki, en
iyi ihtimalin karşısında? Aynı hislerle sana bakan bir arkadaşın duruyor
karşında. Onaylıyor gözleri ile seni. Arkadaşına bakıyorsun durumu
anlamlandırmak adına. Eliyle çağırıyor seni. Sana mücevher dolu bir kutu
verircesine heyecanlı. Esmer parmakları açılıp kapanıyor. Gidiyorsun. Mekânın
arka tarafındaki küçük bir pencere. Unutulmuş bir pencere. Buğulu değil. Perde
dışarıdan asılmış pencereye. Perdeyi iki parmağıyla aralıyor arkadaşın,
içerideki ışık yüzüne yansıyor. Tozlu bir dürbünden bakar gibi görebiliyorsun
onun sırtını. Bu yalnız kalmış sırt, seni heyecanlandırıyor. O siluetin sırtını
tanıyorsun artık. Geniş omuzlu bir ceket giyinmiş. Omuzlarındaki dünya yükünü
gizlemeye çalışır gibi omzu olan bir ceket. Düşün ki bir sırt sana, orada mecburen
durduğunu düşündürüyor.
"Elinde
cennetin kayıp haritası," diyor ve diyor. "Kimse görmüyor, kimse
duymuyor."
"Bırak
düşsün omuzların, bu kadar da dik durmak zorunda değilsin, haykıra haykıra yaşa
bu yükü. Kelimelerindeki ve sesindeki sızıda gizleme artık,” demek istiyorsun.
Duymayacak diye bunu, iç geçirerek, vazgeçiyorsun söylemekten.
9 Ocak 2019 Çarşamba
Edebiyatımızda bir devrin sonu: 'Eski Köye Yeni Roman'
Erkan Irmak, Eski Köye Yeni Roman'da bir
dönem boyunca Türkiye'de etkili olmuş "köy romanı" türünün tarihini,
kökenini ve sonunu ele alıyor.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e köy ve köylüye bakışın
biçimlenişi ve dolayısıyla köyde geçen ya da köy temalı romanlarla köy
romanlarının arasındaki türsel farka odaklanıyor. Bunu aynı zamanda kuramsal
bir meseleye, romanın ne olduğu ve köy romanlarının nasıl tanımlanabileceği
sorusuna ayırarak ayrıntılandırıyor.
Roman türünün diğer edebi türlerden nasıl ayırt
edilebileceğini, ontolojik ve epistemolojik kaynaklarının neler olduğunu, roman
hakkında öne sürülen farklı teorik yaklaşımların nasıl yorumlanabileceğini ve
nihai olarak da bu tartışmaların sonunda bir "köy romanı" fikrinin
hangi özellikler etrafında çerçevelendirilebileceğini tartışıyor.
Erkan Irmak, bir yandan 1950'den 1980'e uzanan bir
süreçte "köy romanı tarihi" kılavuzu oluşturmaya çalışırken, diğer taraftan
köy romanı türünü etraflıca tartışan bir kaynak ortaya çıkarıyor.
ERKAN IRMAK KİMDİR?
1983 yılında İstanbul’da doğdu.
Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Kayıp Destan'ın İzinde adlı Nâzım Hikmet'in Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları'na odaklanan yüksek lisans tezi, 2009 Memet Fuat Eleştiri/İnceleme
Ödülü'ne layık görüldü. Aynı adla İletişim Yayınları’nca yayımlanan kitabı ise
2011’de Cevdet Kudret Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Azade Seyhan'ın Modern Türk
Romanı isimli çalışmasını Türkçeye çevirdi.
Makale, deneme, çeviri ve eleştiri yazıları çeşitli
dergi ve kitaplarda yer almıştır. 2011'den bu yana İstanbul Şehir
Üniversitesi'nde eleştirel okuma ve yazma dersleri vermektedir.
(Erkan Irmak, Eski Köye Yeni Roman – Köy Romanının
Tarihi, Kökeni ve Sonu (1950-1980), İletişim Yayınları, İnceleme, Aralık 2018,
332 s.)
VİDEO-KLİP | Turgut Uyar / "Binlerce"
binlerce
pazartesi geçti ömrümde
hangisiydi o
çıkaramıyorum
bir kiraz
yediğimi hatırlıyorum kurtluydu
demek
oldukça eski
bir de
saçmasapan şeyler
bir kızın
dizaltını örneğin
bir adamın
çirkin sigara içişini
nasıl
yaşanıyor bu vesayetli dünyada
hangi
çılgınlar nasıl dayanıyor buna
kimsenin
soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü
düzenlemek yetiyor bana
güzel bir
öğle vakti
eski güzel
bir akşamı hatırlayarak
sonra
dopdolu şeyler
damacanalar
gibi
içim
kabarıyor
sonu olsun
diyorum
neyin sonu
ama
hiç değilse
bu taş basamakların
Yeryüzü Notları: Düşüş
Kendi kalbinin
bir başkasının içinde attığına inanıyor musun?
Sen bir
budalasın!
*
İnsan aslında
başlarken, bir anlamda sonlandırmış da olmuyor mu her şeyi? Tükenişin, sonun
mutlak olduğu bir deneyimler uzantısının hangi noktası gerçekten tutunmaya
değer?
*
Bir insanın
kendisi için yaptığı seçimin çoğu zaman bir başkasının ya da büyük bir
topluluğun kader dediği şey olması ne büyük gariplik.
*
Çoğu zaman
mutluluğumuzu, başkalarının mutsuzluğu üzerine kurguluyor olmamız mide
bulandırıcı.
Bilincin bu
kadar çok yara alıp paramparça ayrıştırıldığı bir yerde, onun bütünlüklü,
çoğunluğun yararına bir şey ortaya çıkarabileceğine inanmak ne büyük
şarlatanlık.
*
Lanet olsun
iyiliğin egemenlerine
Yaşadım
Gördüm
ve
Tiksindim
5 Ocak 2019 Cumartesi
Boş duvar (Şiir)
Sarı düz bir duvarda kocaman
masmavi bir leke gibi duruyorsun
Dokunuyorum yirmi üçlük
parmaklarımla
mavi bir lekeye
Ve kalkıp o mavi kuşu öpüyorum
Yani soğuktan boyası silinmiş
duvarı
Yani çatlamış duvarı
Yolundan çokça yokluğum geçmiş
sökmüşüm hepsini
Yani ağrıyan dişlerimi
Yani çatlamış dudaklarını sevgilim
Çatlamış
dudaklarını öpüyorum
Martin Eden
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)