25 Temmuz 2021 Pazar

Fantastik ve büyülü bir roman: 'Yüce Lider’e Dair'

 

Yavuz Türk’ün distopik romanı Yüce Lider’e Dair, Everest Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.

Yazar, insanlık tarihinden çok sayıda örneğini gördüğümüz ezen-ezilen, otorite-bağımlılık, zenginlik-yoksulluk, çatışma-direniş gibi karşıtlıkları Yüce Lider’e Dair’de, bambaşka bir gözle okumaya çağırıyor: Çalınan topraklar, saksılara gömülen ölüler, uğultulu orman, yüzünü halktan saklayan bir lider, Dehşetli Soytarı, Yaşlı Balıkçı gibi ilginç karakterlerle birlikte rivayet ve kıssalar arasında büyülü bir yolculuğa çıkarıyor okuru.

BASKICI VE OTORİTER REJİMLERE KARŞI

Şiddet ve kötülüğün kol gezdiği, haritadan silinmiş, zaman ve mekândan azade, sınırları belirsiz bir adadan bizlere masalsı bir dille seslenen yazar, romanda genç bir kızın ağzından aktarıyor tüm hikâyeyi. Baskıcı, otoriter bir rejimin hüküm sürdüğü adada, başkarakterin zamansal geri dönüşlerle birlikte şimdiki zamanı da aynı anda anlattığı, ada halkı ile lider ve meclis üyeleri arasındaki gerilimin yavaş yavaş nasıl tırmandığı, “büyük çatışma” günlerine hangi evrelerden geçilerek gelindiği, her an için sürgün, hapis ve ölüm tehdidiyle korkunun ve ihbarcılığın nasıl yaygınlaştığını ve bir halkın tüm iradesini “yüce liderlere” teslim etmesinin serüvenine tanık oluyoruz kitap boyunca.

BİLİNDİK KAVRAMLARI SORGULAYAN BİR ROMAN

Roman üç ana zaman düzleminde ilerliyor: İlkinde başkahramanın birkaç günlük bekleyişine eşlik ediyoruz. Bu esnada okura başından geçenleri anlatıyor. Romanın başlarında birkaç kez mevcut durumunu hatırlatan zamansal dönüşler olsa da büyük oranda roman boyunca diğer iki zaman dilimini aktarıyor bize. İkinci zaman diliminde; başından geçenler, çocukluğu, ailesiyle yaşadıkları, babasıyla olan konuşmaları ve ailesiyle olan ilişkisi üzerinde duruyor. Fakat diğer yandan bir de ailesinden ve özellikle babasından duydukları var. Bu kısımlarda ise kendisi doğmadan çok önce, hatta kimi zaman babası bile doğmadan önceki zamanları anlatıyor bize. Başkahramanın, üçüncü ve en geniş zaman diliminde aktardıklarının, asıl metnin dokusunu oluşturan ve arka planı güçlendiren öğeler olduğunu söylemek mümkün. Çünkü bir yandan dört kuşaktır babadan oğula geçen oligarşik özellikleri de olan bir diktatörlüğü ve bu iktidar rejimi boyunca da adada yaşananları anlatıyor okura. Adada nasıl bir baskı rejimi kurulduğunu, Yüce Liderlik ve Yüce Meclis makamlarının nasıl adanın bütün verimli arazilerini yağmaladıklarını ve en sonunda, artık adanın bütün doğal kaynaklarını tükettikten sonra adayı yavaş yavaş kaderine terk etmelerini... Ayrıca, adayı kuzey ve güney olarak iki gruba ayırmalarını, güneydekileri sürekli açlığa mahkûm etmelerini ve adada birkaç yıl boyunca süren büyük iç savaşı…

Romanın başkahramanı genç kız, peşine düşenlerden korunmak için bir yerde sığınmış vaziyette bize bütün başından geçenleri anlatırken, bir yandan da hem kendi aile tarihini, ama en çok da adanın belki yüz yıllık bir süreyi aşan macerasını da anlatıyor bize. Ve böylece, daha ilk sayfasında bile kurmaca bir evrene doğru çekilip simgesel bir düzlemde “ada”, “toprak”, “iktidar”, “yoksulluk” ve “ölüm” gibi kavramların gerçek anlamını sorgulatan bir anlatının kapılarını açıyor okuyucuya.

HER ŞEYE RAĞMEN UMUDU BARINDIRAN BİR METİN

Yer yer büyülü gerçekçilik akımının izlerini de taşıyan Yüce Lider’e Dair’de yazar, bizleri masalsı üslubunun yanı sıra iç içe geçmiş öykülerle distopik bir dünyaya dahil etse de, romanın “olumlu” iletisini de yine semboller aracılığıyla dengeliyor: Ölümler, sürgünler, çatışmalara maruz kalmış, yoksulluğa ve çaresizliğe terk edilmiş bir ada halkının umudunu, inancını, “gücünü” ve kaderini de işte bu nedenle çelimsiz genç bir kıza emanet ediyor.

Ve bizleri Ortadoğu ve Afrika coğrafyalarındaki veya Kuzey Kore gibi ülkelerdeki demokrasi düşmanı iktidarların dünyayı büyük bir savaş alanına çevirmeleri karşısında yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide varoluşumuzu sorgulamaya davet ediyor.

YAZAR HAKKINDA

Yavuz Türk, 1982 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. İlk şiiri 2003 yılında Varlık dergisinde yayımlandı. 2009-2011 yılları arasında bir grup arkadaşıyla birlikte yeniyazı adlı kültür ve edebiyat dergisini on iki sayı çıkardı. Şiirleri, denemeleri, öyküleri ve diğer yazıları; Varlık, Yasakmeyve, Özgür Edebiyat, yeniyazı, Fin Fanzin, Nepal başta olmak üzere birçok dergide yayımlandı. İlk şiir kitabı olan Kumaş 2010 yılında, ikinci şiir kitabı Sonra, Doğdum ise 2018’de yayımlandı ve aynı yılın Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. Son dönemde, şiir dışında edebiyatın diğer türlerinde de metinler yazıyor. Yüce Lider’e Dair, şairin ilk romanı. 2006 yılından itibaren çeşitli yayınevlerinde ve kurumlarda editör, redaktör, yayın danışmanı ve yayın yöneticisi gibi görevler üstlendi. Halihazırda metin yazarlığı, editörlük ve yayıncılık yapıyor.




24 Temmuz 2021 Cumartesi

Eski Bir Gramofon'dan geriye kalanlar

Nursen Demir’in Gelincik Çeşmesi (2015) ve Önce Kuşlar Gitti (2018) adlı öykü kitaplarının ardından yayımladığı üçüncü öykü kitabı Eski Bir Gramofon, Nisan 2021’de okurlarıyla buluştu.

Yazar, önceki kitaplarında sıklıkla öykülerinin merkezine aldığı çocukluk olgusuna Eski Bir Gramofon’da daha az başvursa da, yoksulluk, hastalık, ölüm ve aşk gibi temaları bu kitabında da işlemeye devam ediyor. Bir çeşit otobiyografik anlatıyı çağrıştıran öykülerinde yazar, kimi zaman birbirini takip eden, kimi zaman iç içe geçen gerçek yaşamöykülerinden okuyuculara çarpıcı kesitler sunarken; renkleri, kokuları ve insan ilişkileriyle bir dönemin toplumsal panoramasını da çiziyor.

KUŞLARIN GÖÇÜNDEN YILDIZLI GECELERE

Nursen Demir’in önceki öykü kitapları Gelincik Çeşmesi ve Önce Kuşlar Gitti’deki öyküler, ağırlıklı olarak, ben-anlatıcı ağzıyla bir çocuğun gözünden aktarılıyor. 1960’lı yılların ortalarında, bir Anadolu kentine bağlı küçük bir ilçede geçen olaylar, küçük anlatıcının ve çevresindeki insanların bir yandan acı ve yoksulluk dolu hikâyelerine odaklanıyor, bir yandan samimi komşuluk ilişkilerini, gülümseten anları, keyifli zamanları işaret ediyor.

Dağın eteklerine kurulu ilçede kışın geçirilen zor günler, yaz tatilinin başlamasıyla birlikte yerini bağ evlerinin serin yaz gecelerine bırakıyor: Kırlangıç, leylek ve turnaların göçü; derenin şırıltısına karışan keklik, bülbül, karga ve kurbağa sesleri; kırlar, çiçekler, arılar, kelebekler; taze domates ve salatalıkla yapılan kahvaltılar ve açık havada yıldızların altında uyunan geceler...

Her öyküde, ilçede yaşayan halkın yeni bir durumuna tanık olurken, sosyoekonomik koşullarını ve kültürel yapısını da görüyoruz. Sözgelimi ilçede birçok ailenin erkeklerinin, Atatürk’ün kurduğu Ergani Bakır İşletmesi’nde çalıştığını, işçilerin geniş sosyal haklarla donatıldığını; fabrikadan her gün bir ekmek kuponu verildiğini, sineması ve sosyal tesislerinden ücretsiz yararlanıldığını, yazlık ve kışlık kıyafetlerin yanı sıra bütün çalışanların aileleriyle lojmanlarda oturduğunu öğreniyoruz. Sayfaları çevirdikçe, Singer veya Zetina marka dikiş makinalarıyla kadınların, evlerinde dikiş-nakış yaptıklarını, çamaşırları ellerinde yıkadıklarını görüyoruz. İlçedeki evlerin genellikle ahşaptan, bir ya da iki katlı olduğunu, her evde kışlık yiyeceklerin saklandığı kilerlerin raflarında cam kavanozlar, bakır kovalar ve sıra sıra küplerin dizildiğini; birçok evde henüz radyonun bile bulunmadığını, televizyonların ise bazı evlere yeni yeni girmeye başladığını okuyoruz. Bakkallarda her şeyin açık olarak satıldığını, kesekâğıdı ve kâğıt torbalarla alışveriş yapıldığını; evliliklerde ailelerin genç kızlara ve erkeklere söz hakkı tanımadığını; kavuşulamayan aşkları, kederli masalları, trajik kazaları, ölümcül hastalıkları her yeni sayfayla birlikte bir dönemin sosyoekonomik dokusu ve sosyokültürel atmosferinden izliyoruz.

YALNIZLAŞMA VE YABANCILAŞMA DUYGUSU

Nursen Demir’in ilk iki kitabında yer alan, 1960’lı yılların ortalarından günümüze değin uzanan öyküleri, yeni kitabında da benzer biçimde yer yer zamansal geri dönüşlerle, yer yer doğrudan karşımıza çıksa da, Eski Bir Gramofon’un biraz daha “kentli” olduğu söylenebilir.

Ancak, yazarın geçmişe duyduğu özlem öylesine yoğundur ki, bu durum hemen her öyküsünde kendini hissettirir. Öyle ki, sadece kitap adlarına bakmak bile ya da öykülere şöyle bir göz atıldığında, öykülerin ana tema’sının bu olduğu görülür. Hatta kentte geçen kimi öykülerinde dahi, bir şekilde geçmişle bağlantı kurulur, eski zamanlara doğru bir koridor açılır.

Çünkü onun öykü kahramanlarına göre, ne bugünün aşkları aşka benziyor, ne dostlukları dostluğa benziyor; teknolojik gelişmelerle birlikte ekonomik-toplumsal değişimin getirdiği tahribat, yalnızlaşma ve yabancılaşma duygusu, dokunduğu her şeyi bozup yok ediyor; saygıyı, sevgiyi, merhameti, masumiyeti ve mahremiyeti ortadan kaldırıyor.

Ve doğanın yıkımıyla beraber önce kuşlar gidiyor; sonra da o dönemin saygılı, incelikli, “bozulmamış” insanları...

Ve ardından da, onların aşkları, masalları, şarkıları...

Ayhan Şahin

(Hürriyet Gösteri dergisi, Nisan 2021)



Kanal İstanbul sonrasının distopik anlatısı


İstanbul’un yakın geleceğinde bir “kapanma” hikâyesi... Dünyanın ve insanlığın hızından ödün vermeden ilerlediği, uzay çağının tüm ihtişamıyla aşamalar kaydettiği bir zaman dilimindeyiz ve bu hikâye İstanbul’un “kanal” ile yarılması sonrası var olan eşitsizliklerin artmasının ve insanların müthiş bir sessizlikle içe kapanmasının hikâyesi.






İnsan doğasındaki kötülük | Merve Yazar

Freud'u bilirsiniz... Bilmeyenler için de şunu söyleyeyim; insan doğasını "kötü" olarak değerlendirir Freud. Dolayısıyla Aşkın Psikolojisi, pembe panjurlu evlerden ya da beyaz atlı prenslerden bahsetmiyor. Erkeklerin, bilinçaltının yönlendirmesiyle seçtiği kadınlardan ve kadınlarda seçilmenin yarattığı etkiden bahsediyor.

"Bilinçte iki zıt biçim altında görülenin genellikle bilinçdışında rastlaşıp tek hale büründüğünü uzun zamandır biliyoruz."

"Ruhsal yetersizliğin ve cinsel işlev bozukluklarının sanılanın aksine daha yaygın olduğunu, uygar insanın aşk yaşamını bazı açılardan gerçekten karakterize ettiğini göstermek niyetindeyim."

"İlkel insanın tabu olarak gördüğü durumların hepsi bir tehlikenin işaretidir."

Erkeğin cinsellikte belirli bir tip seçimini bilinçdışındaki anne figürüne bağlayan Freud, kitapta tasvir ettiği erkek tipinin, anneden kopamayan erkek çocuğu olduğunu belirtmektedir.

Freud'a göre erkek, bilinçdışında annesini ahlak bakımından alçaltarak bir kadın seçebiliyor. Ahlak bakımından alçaltmanın sebebi de, erkeğin daha özgür hissetmesi. Erkek, saygı duymadığı veya saygıyı hak etmeyen kadınla yaşadığı cinsel ilişkide kendini daha özgür hissediyor. Freud'a göre erkeklerin yaşadığı cinsel işlev bozukluklarının sebebi de kendini özgür hissedememesidir.

Kadına baktığımızda, durum biraz daha değişmektedir. İlk cinsel ilişkide kadın, erkeğe bilinçaltında bir düşmanlık beslemektedir. Hatta çoğu, bunun farkında bile değildir.

İlk cinsel ilişkinin birçok toplumda önemli bir tabu olduğunu belirten Freud, kadın için de bu yaşantının oldukça travmatik olabileceğini belirtmiştir. Kadının cinsel işlev bozukluğu yaşamasının sebebini de bu travmatik deneyime bağlamaktadır.

Hatta kadınların ikinci evliliklerinde, ilk evliliklerine göre daha mutlu olabildiğini ve "ilk"in travmatik etkisinden kurtulmuş olmanın buna sebebiyet verdiğini ifade etmiştir.

Yazdıklarımı okuduğunuzda "saçmalık" diyenleriniz elbette olacaktır. Yargılamıyorum –ki bu, bana da düşmez.

Tek tavsiyem, kitabı okumanızdır. Çünkü özetim, kitabı tanıtsa da tam olarak yansıtmayacaktır.



20 Temmuz 2021 Salı

Varol McKars’tan gizlerle dolu bir aşk romanı

Kanadalı yazar Varol McKars’ın sıradışı bir aşk hikâyesini merkezine aldığı Ateş, Su ve Aşk, geçtiğimiz aylarda Başka Yerler Yayınları tarafından yayımlandı. Japonya, Kanada, Türkiye üçgeninde geçen roman, küçük sırlarla dolu yan hikâyelerin ve geçmişten günümüze uzanan tarihsel bir kesitin tek ve büyük bir sırra bağlandığı etkileyici ve güçlü kurgusuyla dikkat çekiyor.

1951 yılında, Sakuragicho istasyonunda gerçekleşen, yüzden fazla kişinin öldüğü korkunç bir tren kazasında hayatını kaybeden genç Japon Hemşire Akemi Yoshida’nın Amerikalı Subay Richard Hale’e duyduğu aşkla başlayan roman, 1990’lı yılların İstanbul’unda Swissotel’deki bir seminerde Su Çağlayan’la tanışan ve görür görmez âşık olan Ateş Cenkata’nın hikâyesine geçiş yapıyor.

SINIR TANIMAYAN, KURALSIZ BİR AŞK YOLCULUĞU

Daha ilk sayfalarında okuyucuyu içine çeken çarpıcı kurgusu ve akıcı üslubuyla Varol McKars, Ateş, Su ve Aşk’ta onu, zaman ve mekândan azade, sınır tanımayan, kuralsız, ölçüsüz ve gerçeküstü bir yolculuğun tam ortasına bırakıyor; hemen her sayfasında aşk üzerine düşünmeye, konuşmaya, sorgulamaya zorluyor.

KORE SAVAŞI’NDAN JAPONYA DEPREMİNE

Kanadalı yazar Varol McKars’ın birbirinden farklı yaşamları buluşturduğu, kendi özyaşamöyküsünden de kesitleri barındırdığı Ateş, Su ve Aşk, okuyucuyu dinlendiren sakin temposunun birdenbire hızlanıp Kore’deki savaş sahnelerinden Japonya’daki deprem ve tsunami görüntülerine, aşkı arayan karakterlerinden ıstırap dolu yalnızlıklarına değin geniş bir tematik zenginlikte yazılmış, soluk soluğa okunacak bir roman.

BİLİNMEZ RÜYALAR, SAKLANAN SIRLAR, DAĞILAN HAYATLAR

Ondan fazla ülke ve otuzu aşkın mekânda geçen romanda, Ateş Cenkata ile Richard Hale’in yaşamı nasıl ve nerede kesişecek? Su Çağlayan’ın kâbusları ile Akemi Yoshida’nın daruma heykelcikleri arasında nasıl bir gizem var? Japonya’dan İstanbul’a, Kanada’dan Amerika’ya bilinmez rüyaların, saklanan sırların, dağılan hayatların ortak noktası ne?

Bütün bu soruların yanıtı, aşkın ölümsüzlüğü üzerine yazılmış destansı bir hikâye olan Ateş, Su ve Aşk’ta...

VAROL MCKARS (VAROL KARSLIOĞLU) KİMDİR?

Yirmi yılı aşkın bir süredir çeşitli mecralarda yazan Varol Karslıoğlu, İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra yirmi yıl kadar bankacılık, mali yönetim ve denetim alanlarında çalıştı. Yapı ve Kredi Bankası, PriceWaterhouse, Sabancı Holding, Wella ve Tenneco’da denetçi ve mali işler yöneticisi olarak görev yaptı.

Kariyerinin yanı sıra otomobil tutkusunu yansıtan yazılarına 1998 yılında Dünya Oto Dergisi’nde başladı. Çalıştığı şirketlerdeki kurumsal dergilerin kurucusu ve editörü olarak yayıncılık deneyimi edinen yazar, 2005 yılında ailesiyle birlikte Kanada’ya yerleştikten sonra yazma tutkusunu sürdürdü.

Bir avuç Kanadalı Türk’ün 2000 yılında Türk dili ve edebiyatını Kanada’da yaşatmak için temelini attığı, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyete geçen Ankara Kitaplığı’nın (www.ankarakitapligi.org) öykü yarışmasında, 2009 yılında üçüncü ve 2010’da da “Amerikan Dolmuşu” adlı öyküsüyle birincilik ödülünü kazandı. Ardından Nine Car Lives adlı, otomobil öykülerinden oluşan ilk İngilizce kitabını ‘Varol McKars’ imzasıyla yayımladı.

Kanadalı Türklerin dijital yayın organı Telve’ye, 2010-2013 döneminde editör ve yazar olarak katkıda bulundu ve Telve’de, otomobil ve seyahat ağırlıklı yazıları ve röportajları yayınlandı. Yine bu süre içinde, Türkiye’nin ilk haftalık otomobil dergisi olan Otohaber’in (haftalık olarak yayımlandığı dönemde) köşeyazarı ve Kuzey Amerika muhabiri olarak 150’ye yakın köşeyazısı yazdı ve her yıl Detroit Otomobil Fuarı’na katılarak, sektörün önde gelen isimleriyle söyleşiler ve analizler kaleme aldı.

Öykü yazarlığını takiben, kendi ifadesiyle yaşamının en önemli “yazı projesi” olan “Roman”ı yazmaya koyuldu. “Ateş, Su ve Aşk”ı yazarak, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada keyifle ve heyecanla okunacak, aşkın tutkusunu duyumsatacak bir romanı sözcüklere döktü. Bu süre içinde, kendisine roman yazma gibi büyük bir proje için motivasyon sağlayan Ankara Kitaplığı’nın çalışmalarına gönüllü olarak katıldı. Ankara Kitaplığı’nın yönetim kurulu üyesi olan Karslıoğlu, bir önceki dönem de kuruluşun başkanlığını yapmıştır.

Otomobil tutkusunu da hiçbir zaman kaybetmeyen, test ve sektörel analiz yazılarına hem kendi bloğunda (www.autoandroad.com) hem de TAYSAD (Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği) (www.taysad.org.tr) bünyesindeki yazılarıyla devam eden yazar, ayrıca www.sonmedya.com.tr sitesinde köşeyazıları yazmaktadır.

On beş yıldır Kanada’da yaşayan, İngilizce ve Almanca bilen Karslıoğlu, turizm ve öğrenci danışmanlığı alanlarında, şirket ortağı, girişimci ve rehber olarak iş hayatını sürdürmektedir. Kanada’daki Türk toplumunun çalışmalarına Ankara Kitaplığı’nın yanı sıra, TEPAC (Kanadalı Türk Girişimciler ve Profesyoneller Birliği) (www.turkishbusiness.ca) ve KTDF (Kanada Türk Dernekleri Federasyonu) yönetim kurulu üyesi olarak da gönüllü katılmaktadır.

(Varol McKars, Ateş, Su ve Aşk, Başka Yerler Yayınları: 2020, Roman, 472 s.)



Belgesel film yönetmeninden sıradışı bir şiir kitabı

Uzun yıllar medya sektöründe televizyonculuk yapan Türker Alagözyaylası'nın 'Muhkem' isimli ilk şiir kitabı okuyucularıyla buluştu.

Jest Kitap markasıyla yayımlanan 'Muhkem'de şair, Garip akımı şiirlerini çağrıştıran bir üslubun yanı sıra, kentin karmaşasını merceğe aldığı şiirlerinde de İkinci Yeni şairlerini selamlıyor.

SOKAK ÇOCUKLARINDAN MUTSUZ BİREYLERE

Türkiye'nin 80 sonrası yaşadığı sosyokültürel değişimi şiirseverlere kolay, anlaşılır ve yalın bir dille yansıttığı kitabın ilk bölümü olan 'Düşüstü'nde şair, çocukluktan ilk gençliğe geçiş evresinde henüz yitirilmemiş değerlerin, dostluğun, arkadaşlığın, aşkın, sevginin, tutkunun ve paylaşımcılığın izlerini sürüyor. İmaj ve paranın insani değerlerin yerini aldığı kitabın ikinci bölümü olan 'Kartondan Burjuva'da ise, kentte yaşayan bireyin dramını çarpıcı ve kaotik bir dille aktarıyor; kentin arka sokaklarını mesken tutmuş kir pas içindeki çocukları, intihara meyilli mutsuz bireyleri, yalnız ve çaresiz yoksulları şiirin merkezine koyarak tüm 'sağlamlığı' ve 'kartonluğu' ile etraflarında yaşanan karmaşaya bakıyor hüzünle.

PERSONASINI ARAYAN ŞAİR

Şair, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının ardından büyümüş olmanın bedelini de bir sonraki 'Narkolepsi' bölümünde ödüyor. Çünkü bunca altüst oluş ve değer erozyonu, son kertede hepimiz gibi onu da kaçınılmaz olarak uyku ile uyanıklık arasındaki sancılı düşlere sürüklüyor. Sade, yalın bir dilden gerçeküstücü bir çizgiye geçerken de, "aynam/ keskin yamacım/ göster bana suretimi/ gerçeğimi" diyerek kendi personasını arıyor.

Bir dönem NTV'de yayın yönetmenliği ve prodüktörlük görevlerini üstlenen Türker Alagözyaylası, yer yer sinematografik öğelere de başvurduğu 'Muhkem'de okura, "Küçük Kıyamet" şiirinde yaptığı gibi, herkesin derin bir yalnızlığın içine gömülüp tek kelime konuşmadığı, ne acıyı acı gibi yaşayıp ne de büyük meseleleri dert edinmeden sadece kendi küçük kıyametine mahkûm oluşunu da gözler önüne seriyor.

POSTMODERN DÜNYAYA İTİRAZ

Halen kısa film ve belgesel film alanındaki çalışmalarını sürdüren Türker Alagözyaylası, gerçeküstücü bir dille kurduğu ilk şiir kitabı 'Muhkem'de şiirseverlere, özlemini çektiğimiz çocukluktan yitirilmiş aşklara, kent yalnızlığından korkulu rüyalara, mutsuz insanlardan karton karakterlere çarpıcı bir panorama sunuyor. Kitap boyunca, kentin çarkları altında ezilen bireyi hastalıklı düşler arasında gezinen gölgeler gibi hareketli resimlere dönüştürürken; ayrılığı, hüznü, acıyı, sevgiyi, yoksulluğu ve çaresizliği de kapitalizm ve postmodern dünyanın karşısına bir itiraz olarak koyuyor.

TÜRKER ALAGÖZYAYLASI KİMDİR?

1979 yılında Çorum'da dünyaya gelen Türker Alagözyaylası, Turizm Otelcilik Yüksekokulu'nun ardından üniversitede işletme ve sinema-TV eğitimi aldı.

2007-2008 yılları arasında Oda TV internet sitesinde editörlük yaptı, daha sonra dört yıl boyunca NTV'de yayın yönetmenliği ve prodüktörlük görevini üstlendi.

Şimdilerde mesleğini bağımsız olarak sürdüren şair, kısa film, video klip ve belgesel film yönetmeliğinin yanı sıra, halen belgesel film alanında çalışmalarına devam etmektedir.

'Muhkem', şairin ilk şiir kitabıdır.