1 Haziran 2019 Cumartesi

Usta İşi metinler [Dasein arşivi]

Genç edebiyatçılar için Türk ve dünya edebiyatından 'usta işi' kısa öyküler ve metinler yayınlıyoruz. Aşağıdaki görsellere tıklayarak okumak istediğiniz metni okuyabilirsiniz.










'Dijital Duygular'ın ressamından yeni sergi: 'Homo Sapiens’in Son Durağı'



Turgut Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisi 11 – 28 Haziran tarihleri arasında Beyoğlu'ndaki Tünel Sanat Galerisi'nde...

Mimar ve ressam Turgut Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli sergisi, iki bölümden oluşuyor:
Ersavaş, birinci bölümde, 'big bang'den sonra, günümüzden milyonlarca yıl önce, ilk defa Doğu Afrika'da ortaya çıkan avcı-toplayıcı gruplardan, çağımızın yapay zekâlı insansı robotlarına ve belki de gelecek yüzyıllarda, Homo Sapiens'in Mars'a uzanacak serüvenini kendine özgü yorumuyla sanatseverlere sunuyor.

2000'li yıllardan bu yana, bilimsel ve teknolojik alandaki yeni ve sıradışı buluşlar ve bu gelişmelerin insanlar ve dünyamız üzerindeki etkileri üzerindeki araştırmalarla yakından ilgilenen ve özellikle tarihçi Yuval Noah Harari ve fizik profesörü Stephen Hawking'in çalışmalarını takip eden sanatçı Ersavaş, konuyla ilgili ilk tablosunu (Dijital Duygular) 2002 yılında yapmıştı.

Serginin ikinci bölümüne gelindiğinde ise, Ersavaş'ın, Homo Sapiens'in yine kendisine, toplumuna ve yaşadığı ekosisteme, bilimsel gelişmelerin bilinçsiz kullanımıyla nasıl zarar verdiğini ele aldığı görülüyor.

Sanatseverler, Ersavaş'ın 'Dijital Aşk: Homo Sapiens’in Son Durağı' isimli kişisel sergisini, pazar, pazartesi ve resmi günler hariç her gün 10.00-19.00 saatleri arasında gezebilirler.

Yer: Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi
Tarih: 11 Haziran 2019, Salı, Saat: 18.00-20.00
Adres: Asmalı Mescit Mahallesi, Müeyyet Sk. No:1, Tünel / Beyoğlu – İstanbul
Tel: (0212) 251 42 48


USTA İŞİ | Altın çocuk mezbahada


O sıralar şans yine benden yana değildi ve sinirlerim aşırı şarap içmekten fena halde yıpranmıştı; gözlerim çılgınlaşmış, güçsüz düşmüştüm; bana genellikle soluklanma olanağı sağlayan sevkıyat memurluğu, depo sorumlusu gibi bir iş ayarlayamayacak kadar bunalımdaydım, bu yüzden et paketleme fabrikasına gidip büroya girdim.
“Seni daha önce görmedim mi ben?” diye sordu adam.
“Hayır,” diye yalan söyledim.
İki ya da üç yıl önce gitmiştim oraya, gerekli formları doldurup sağlık kontrolünden geçtikten sonra dört kat aşağı indirmişlerdi beni, indikçe soğumuştu ortalık, kan pıhtısıyla kaplıydı yerler, yerler yeşildi, duvarlar yeşildi ve adam bana işimi anlatmıştı –düğmeye basıyordun ve fillerin yere yığılışını çağrıştıran seslerden sonra bir şey geliyordu duvardaki delikten– ölü bir şey, iri, çok iri ve kanlı, ve adam göstermişti, o ölü ve devasa et yığınını omuzlayıp kamyona yüklüyordun ve yine düğmeye basıyordun ve bir tane daha geliyordu, sonra da çekip gitmişti, önlüğü, çelik başlığı ve üç numara küçük çizmeleri çıkarmış, basamakları tırmanıp kendimi dışarı atmıştım, şimdi bir kez daha ordaydım, yıkılmış.
“Bu iş için biraz yaşlı değil misin?”
“Güçlenmek istiyorum, güç kullanmayı gerektiren bir iş istiyorum,” diye yalan söyledim.
“Dayanabilecek misin?”
“Keçi gibi inatçıyımdır, eskiden dövüşürdüm. En sıkı boksörlerle dövüştüm.”
“Öyle mi?”
“Öyle.”
“Hımm, yüzünden belli, kötü yumruklar almışsın.”
“Boş ver yüzümü, ellerim çok seriydi, halen de öyledir, heyecan olsun diye arada birkaç yumruk alacaksın.”
“Boksu takip ediyorum ama adını hatırlamıyorum.”
“Başka adla dövüştüm. Altın Çocuk diye bilinirdim.”
“Altın Çocuk mu? Hiç duymadım.”
“Güney Amerika’da dövüştüm. Adalarda, Avrupa’da, küçük kentlerde. İş geçmişimdeki boşluklar bu yüzden. Boksör yazınca insanlar yalan söylediğimi ya da dalga geçtiğimi sanıyorlar. Ben de canları cehenneme deyip boş bırakıyorum.”
“Pekâlâ. Yarın sabah dokuz buçukta sağlık kontrolünden geç ve işe başla. Ağır iş istediğini söylemiştin değil mi?”
“Ee... başka bir şey varsa.”
“Hayır, şu sıralar yok. Elli yaşında filan gösteriyorsun, işe almamam lazım seni aslında. Zamanımızın ziyan edilmesine tahammülümüz yoktur.”
“Başkalarına benzemem ben. Altın Çocuk derlerdi bana.”
“Tamam çocuk,” diye gülümsedi, “seni çalıştıracağız!”
Bunu söyleyiş biçimi hiç hoşuma gitmedi.
İki gün sonra ön kapıdan girdim, tahtadan bir barakanın içinde oturan yaşlı adama, üstünde adım yazılı formu gösterdim. Henry Charles Bukowski Jr., adam beni yükleme bölümüne yolladı, Thurman’ı bulacaktım. Yükleme bölümüne yürüdüm, tahta sıraya oturmuş birkaç adam kaçık ya da homoseksüelmişim gibi baktılar bana.
Ben de kafamda en horlayıcı, en arka sokak bıçkını bakışı olarak canlandırdığım şekilde onlara baktım.
“Thurman nerede? Thurman’ı görmem gerekiyormuş.”
İçlerinden biri Thurman’ı işaret etti.
“Thurman?”
“Ne var?”
“Senin için çalışıyorum.”
“Öyle mi?”
“Evet.”
Öylece baktı bana.
“Çizmelerin nerede?”
“Çizmelerim mi? Çizmelerim yok,” dedim.
Eğildi, sıranın altından bir çift çizme çıkarıp elime tutuşturdu, eski, sertleşmiş. Ayağıma geçirdim, aynı hikâye: üç numara küçük. Parmaklarım ezilip içeri doğru kıvrıldılar.
Sonra kanlı bir önlük ile çelik bir başlık verdi. O sigarasını yakarken ben öylece durdum. Serinkanlı, erkeksi bir tavırla fırlattı kibriti.
“Gel.”
Hepsi zenciydi, yanlarına gittiğimde fanatik kara Müslümanlar gibi baktılar bana. Ben bir seksen boyundaydım ama benden uzundular, ya da iki-üç misli geniş.
“Charley!” diye kükredi Thurman.
Charley, diye geçirdim içimden, benim gibi, adaşım, bu iyi.
Çelik başlığımın içinde terlemeye başlamıştım bile.
“İşe koş şunu!”
Tanrım, yüce Tanrım, o rahat ve tatlı gecelere ne oldu? Amerikan tarzı yaşama inanan Walter Winchell’ın başına neden gelmez bu? Antropoloji dersinde sınıfın en parlak öğrencisi ben değil miydim? Ne oldu?