
Sinemadan
çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat
küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri:
—
Atikali, Atikali! diye bağırdı.
Gider
miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere
tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı, sarı, yeşil,
türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde Atikali'ye vardık.
Şişli'de
Bomonti durağından yüz adım yürüsem evime varır, iki yorganlı yatağımın
çukuruna büzülür, dostum Panco'yu düşünürüm. Şimdilik başka kimsem yok.
İstanbul adalarının birinde hasta anam yatar döşeğinde. Kara köpeğim de
karyolasının altında onu ve beni bekler. Panco, Çilek isimli bir sokakta
oturur. Futbol oyunları görür rüyasında. Yahut da yine rüyasında pişpirik
oynar. Ben gece yarısından sonra yağmurlu bir havada Atikali'deyim. Sözümona
bir bulvar üstündeyim. Yürüyorum. Yağmur yağıyor da yağıyor. Evet, yağmurun,
yalnızlığın, Atikali'nin hakkı var: Uzaklaştıkça anamı, Panco'yu, köpeğim Arabı
daha çok özlüyorum.
Üçü de
uykudadır. Annem horluyor, Arap uyanmış, sokağa kulak veriyor, Panco rüya da
görmüyor, demincek attım.
Ben,
iki insan ve bir hayvan düşünerek yağmurun altında, Atikali'nin bilmediğim
sokaklarına sapıyorum. Bekçi düdükleri geliyor. Bir evden deli gibi birisi
fırlıyor. Üstüme çullanıyor.
—
Dostumu öldürdüm abi, diyor, sakla beni.
Paltomun
cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simidin
susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor.
— İsmin
ne senin? diye sesleniyorum cebime:
—
Hidayet.
— Neden
öldürdün; Hidayet?
—
Seviyordum be abi!
— Nasıl
seviyordun; Hidayet!
— Deli
gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu. Ben susam helvası satarım abi gündüzleri.
Cebin de mis gibi simit kokuyor abi. Gün onunla ağarır; onunla kararırdı. Bir
dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi, rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider
ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap verebilir, diye
düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba? derdim. Bir şey yesem
içime sinmezdi. Biri yol sorsa o gösterir miydi diye kafama sormayınca ve
içimde o, yol göstermeyince aptal aptal bakardım. Bir güzel şey görsem ona
göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden.
— İsmi
ne idi?
—
Pakize.
— Sonra
Hidayet?
— Sonra
abi... Hava kararırdı. Susam helvalarını kahveye bırakır, iki bardak şarap
içmeye koşardım. Afyon mu katardı pezevenk meyhaneci nedir, içer içmez Pakize
karşıma dikiliverirdi capcanlı, ısıcacık.
—
Sahiden mi?
— Yok
be yalancıktan, hülyadan be abi! Artık konuşur dururdum abi.
— Sus,
gelen var, Hidayet.
Hidayet
paltomun cebinde bir susam tanesi gibi büzülürdü.
Yağmur
dinmişti. Ortalık bir parça ağarmış gibi idi.
Hidayet
cebimden seslendi:
—
Anlatayım mı ötesini abi?
—
Anlatma, yeter bu kadarı.
— Peki
abi, sustum. Nasıl istersen abi. Ama anlat beni Panco'ya emi?
—
Anlatırım Hidayet.
— Ama
ötesi daha kıyak abi.
—
Ötesini ben uydururum Hidayet. Sen çık cebimden. Palto da ıslandı. İkinizi
birden kaldıramıyorum, yoruldum.
— Peki
abi.
Cebimdeki
susam pire oldu. Fatih Camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırladı
gitti. Karanlıkta bir kıvılcım, kara bir kıvılcım gibi pırıldadı.
Bir oh
çektim. Rahatlamıştım. Keyiflenmiştim. Panco'ya domuzuna bir hikâye
anlatacaktım: Hidayet Pakize'nin ta kalbine bir vuruşta kocaman bir çivi
saplamıştı. Başka çaresi yoktu. Susam helvaları yiyen çocuklar, kadınlar
Hidayet'ten bu hikâyeyi beklemezlerdi. Susam helvası karın doyurmazdı. Pakize
susam helvacıya da varamam a, demişti. Seviyormuş... Sevgi karın doyurur mu?
Hidayet o akşam süslenmiş, Taksim'e çıkmıştı. On sekiz lira otuz yedi kuruş
parası vardı. Bir meyhaneye girdi içti de içti. İçtikçe Hidayet'e koydu. Artık
minareye baktığı zaman minarenin aleminin göğe doğru yükselişini Pakize ilen
bir bulutsuz ay mehtaplı gecede seyretmeyecekti, demek. Hırkaişerif'e bu yol mu
gider diye bir kadıncağız sorduğu zaman Hidayet kafasının içinde, sarı yün
kazağı altında kaybolmuş, Pakize'ye aynı suali sorup da: "Bu yol mu gider,
öteki mi, ben ne bileyim Fatma Hanım!" derse, o da kadıncağızın şaşırmış
yüzüne gülümseyerek aynı şeyleri söyleyemeyecekti, ha.
Başını
tüyler gibi, kediler gibi, temiz tülbentler ve mendiller gibi kokan Pakize'nin
dizlerine hiç mi hiç koyamayacaktı.
Ulan bu
çiviyi de kim koymuştu cebine. O piç Abdullah yok mu? O canım çocuk. O çilli,
esmer yüzlü, badik burunlu, Karakaplan kulübü santrhafı canım oğlan Abdullah. O
koymuş olacaktı çiviyi. Yarım sinema bileti, yarım stadyum bileti, diş fırçası,
İngiliz anahtarı, bozuk yale kilidi, ispermeçet mumu, çiklet, kurtlu kiraz,
sabun, karpuz kavun çekirdeği, soğan sarmısak koyan piç kurusu çiviyi ne bok
yemeye kor. Kocaman temel enserisi. Pırıl pırıl da. Biz gibi de ince...
Panco'ya hazırda hikâye.
— Ne
arıyorsun buralarda gece yarısı hemşerim sen?
— Bir
arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Ordan dönüyorum. Geç kalmışım.
— Nerde
oturuyorsun?
—
Şişli'de.
Üstümü
aradılar. Kalemden başka 67 lira 30 kuruş param var. Bir hikâye müsveddesi,
Panco'nun bir resmi, bir kalem daha.
— Nüfus
kâğıdın yok mu yanında?
— Yok!
— Ne iş
yaparsın?
— Yazı
yazarım.
— Ne
yazısı, kâtip misin?
—
Kâtibim.
— Kimin
yanında?
—
Kocaeli, İkbal ambarında.
Nereden
aklıma geldi de birdenbire söyleyiverdim Kocaeli İkbal ambarını.
— Hadi
bakalım. Tabana kuvvet. Dolaşma gece vakti, ihtiyar halinde.
Fatih
parkının kenarından yürüyorum, Panco. Adamın biri oturmuş ıslak yere.
Bacaklarını dimdik dikmiş. Kafasını parkın sınır demirlerine dayamış.
—
Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! diye bağırıyordu.
—
Yaşasın hemşerim, dedim.
— Otur
yanıma, dedi.
Oturdum.
Oh! Sahiden rahatmış be. Islak ıslak. Soğuk soğuk.
— Benim
bir karım var hemşerim. Suratını görsen bir aylık yola kaçarsın. Bir kızım var.
Allah senin gibisine nasip etsin. Evli misin? Evli isen boşa benim kızı al. Bir
gözü kör, öteki gözü Yaradana yan bakar. Bir burnu var. Enfiye mendili
dayanmaz. Sümüğü kokar. Mendili kokar, kendisi kokar. Yanından geçemezsin.
Buram buram aybaşı kokar. Bir oğlum var. On dokuz yaşında, sidik kokar. Ayak
kokar, cıgara kokar. Ev desen evlere şenlik apteshane kokar. Hey büyük Allahım!
Şu taşlara bak. Yıkadın pırıl pırıl. Şu yeşile boyanmış demirlere bak! Katı,
katı ama mis gibi boya ve yağmur kokuyor. Şu çimenler. Şu bulutlar, şu kara
kara, sarı sarı, kırmızı kırmızı, sarışın sarışın, esmer esmer geçen bulutlara
bak! Şu gözlerimde büyüyüp büyüyüp, yıldız yıldız açılıp, ok ok, sivri sivri
kapanan fenerlere bak! Şu baştan aşağıya yıkanmış daireye bak! Soğukmuş,
yağmurmuş. Vız gelir. Tertemiz, kokusuz, ışık ve su içinde, bulut içinde
kâinatın altında yatıyorum. Başımı demirlere dayamışım. Kıçım sular içinde ne
çıkar? Kâinat tepemde akıl ermez oyunlar oynuyor. Buhar su oluyor. Su
çamurları, pislikleri temizliyor, çimenleri yeşil ediyor, ağaçları ağaç. Ne
işim var evde? Otur sen de. Sen de gitme evine. Yatalım burda. Uyuyalım. Dur
önce bir cıgara yakalım.
Şu
kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fışırdayıp da sonradan peki emret anam
yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el
sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş.
Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun efendi. Pırıl
pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus,
çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cıgaralarımızın
dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften
parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa
oynamak, ne tiyatro, sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al
gözüm bak efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cıgara dumanı! Hadi
uyuyalım hemşerim.
Ha
uyumadan evvel Panco'ya anlat beni. Fatih parkının demirine dayalı uyuyan
adamı, cıgarasının dumanını. Panco iyi çocuktur. Candır can. Selam söyle
benden.
İyi ki
şu ayakkabıları almışım. Bereket ki ayaklarım su çekmiyor. Her yanım su içinde.
Ayaklarım kaloriferli. "Cıgaramın dumanı, yoktur yârin imanı. Altından
köşk yaptırdım, gümüşten merdivanı" türküsünü bağıra bağıra söyleyerek
uzaklaşırken arkamdan sesleniyordu.
— Var
ol! Gördün mü? Var mı imiş dünya. Panco'nun arkadaşı! Faik Bey'in oğlu.
Zeyrek'teki
setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk bulvarında cinler top oynuyor.
Rüzgâr bir kaleden bir kaleye bulut atıyor. Yaşasın futbol maçları, diyorum.
Seddin hangi tarafından ineceğimi düşünmek istiyorum. Ömrümde bir kere esrar
çekmiştim Bursa'da. Yeşil camisinin avlusundaki sedde oturmuş Nilüfer ovasına
şiir düzerken ne taraftan ineceğimi şaşırmıştım. Adamın biri geçerken çağırıp,
ne taraftan ineceğim ağabey, diye sorunca adamcağız gözümün içine korku ile
bakmış, sonra gülümseyerek elimden tutup indirmişti. Gözlerini lise kasketinin
şemsiperine dikip:
— Yapma
bir daha delikanlı, demişti, inmesi kolay. Biri gelir indirir. Ama bir de
çıkmasını şaşırırsan iflah olmazsın sonra, demişti.
Şimdi
artık böyle şey kullanmıyoruz ama o zamandan beri bir sedde çıkmayagörelim.
Hep iniş kolunu unutuveriyoruz.
Panco
hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına
dolaşıyorum. Sen ettin bu işi.
Baktım,
Zeyrek yokuşunun seddi dibinde uyumuş bir köpek. Yanına oturdum. Gözünü açtı.
Böcül böcül baktı. Korka korka kafasını okşadım. Gözünü yumdu. Bir konferans da
ben ona çektim. Dedim ki:
— Oğlum
patlak göz. Ben insanoğlu. Sen hayvanoğlu. Bundan milyonlarca sene evvel her
ikimiz de kurttuk, solucandık, tek hücreli mahlûktuk. Ondan evvel boşlukta bir
tozduk. Sonra bak işte bu hale geldik. Bundan sonra belki böyle kalırız. Belki
değişiriz. Ama böyle kalmayalım. Siz de bedbahtsınız, biz de. Evlerde
uyuyanlar, ipekler içinde uyuyanlar, kadın koynunda uyuyanlar, soba başında
kıvrılmış bobiler de var. Lastikten kemikleri, topları var. Hanımları atar,
koşup getirirler. Sabahları kapıcılar gezmeye çıkarırlar. İnsanlar var,
sevdiklerini almışlar şu saatte koyunlarına, dalmışlar iki kişilik rüyalarına.
Pekâlâ ne yapalım? Ama sen Zeyrek yokuşunda kuyruksuz, tüysüz, uyuz, soğuktan
titreyen bir sokak köpeği, ben Panco'nun arkadaşı, başka hiçbir şey değil,
yağmura vurmuş, uykusuz, canı burnunda, yüreği Ağaççileği sokağında, kafası Bomonti
tramvay durağından yüz metre uzakta kirli bir yastıkta bir adamcağızım. Ne
yapalım? Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan
ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu
bir âlemde yaşıyacağımızı düşünelim. Bir ahlakımız olacak ki hiçbir kitap daha
yazmadı. Bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza,
düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlakımız. O
zaman seninle daha uzun dostluklar ederiz patlak göz. O zaman hiç merak etme.
Dostum Panco da bana hak verecektir. Kilise ahlakından söz açmayacak. Dostluğun
olağanüstü güzelliğini çocuklarına anlatacaktır.
Atatürk
Köprüsü'nde rastladım adama. İki elini tırabzana dayamış, Haliç’e öğürüyordu.
Yanında durdum. Zıplar gibi iki üç defa daha ayakkabılarının ucuna basarak
yükseldi. Sonra durdu. Mendilimi çıkarıp gidip yüzünü sildim. Ağzını sildim.
Gözüne düşen saçlarını elimle taradım. Yüzünü bana çevirince iki büyük ve siyah
göz dostça baktı.
— Çok
içtim amca, dedi.
Ukalalık
etmedim.
—
İçmeli delikanlı, dedim, içince çok içmeli.
—
Aşkolsun amca, dedi, sen de bizdenmişsin.
—
Zamanında, dedim.
— Çok
mu içerdin, dedi.
Altdudağımı üstdudağıma adamakıllı yapıştırıp sağ elimle de havaya hafiften iki
üç tokat salladım. Panco sen de yap böyle, ne demek istediğimi anlarsın.
—
Belli, belli amca, dedi. Suratında nur kalmamış.
Kızdım.
— Nurum
içimde oğlum, dedim, içim pırıl pırıl. İçim aşkla dolu, dostlukla dolu, hiç
olmazsa bu akşamlık. Sen bakma o yüzdeki nura. Yalandır, aldatır.
— Öyle
mi dersin? dedi. Arkasından "Öyle mi derler tombul gelin böyle mi
derler?" şarkısını söyleyerek uzaklaşırken yakaladım.
— Yok,
dedim, salıvermem seni. Anlat bana, nerde içtin?
— Nerde
olacak amca, bırak gece yarısı hoşbeşi, Allah aşkına aydım artık, gidip
yatayım. Yarın erken araba koşacağız. Moruk kıyameti koparır uyanamazsak.
Senin
anlayacağın amca, na şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası
Ankara'ya gitmiş. Bizi çağırdı. Gittik, beraberce içtik. Herif gece yarısı
damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya görünce bir tek kelime
söylemedi. Bir kenara oturdu. Karı da pişkinmiş, o da sanki odada kimse yokmuş
gibi bir bana, bir kendisine, bir herife dayadı rakıyı. Üçümüz bir kelime
söylemeden yedişer kadeh daha içtik.
— E,
bana müsaade! dedim.
Karı:
—
Müsaade sizin efendim, dedi.
Herif
yüzü sapsarı, mükemmel bir Türkçe ile:
—
Şerefi ikballe, dedi.
Ben
kırdım. Sonra ne oldu evde bilmem.
— Uy
anam, dedim ben.
— Ya,
uy anam, dedi, genç yakışıklı, bıçkın arabacı. İkimiz de Atatürk Köprüsü'nü
ters tarafından arşınlayarak Haliç'in öteki yakalarına vardık.
Ben
Azapkapı'da iken onun Unkapanı'ndan narasını duydum.
— Uy
anam, diyordu.
İşte bu
minval üzre Panco, geldim sizin mahalleye, yağmur yine başladı. Tam sizin evin
önünde bir küp kırılmış, yarısı paramparça, yarısı sapasağlam. Küpün içine
oturdum. Başladım anlatmaya Atikalipaşa'ya bir gece yarısı nasıl gittiğimi,
Hidayet'in cebime nasıl girdiğini, Fatih parkında yatan adamı, sokak köpeğini
ve Yahudi karısının arabacı zamparasını.
Sen
uyuyordun.
— Hey
Panco, Panco, seslendim.
Sesim
bir pencereyi deldi. Gitti senin kulağını buldu. Uyandın. Ama artık benim sana
kadar yetiştirecek ne sesim, ne halim kalmıştı. Sen de tekrar uykuya daldın.
Bir otomobil geçiyordu.
—
Bomonti'ye gidiyor musun ağabey, dedim.
— Atla,
dedi.
Atladım.
(Sait Faik'in Mayıs 1954'te "Yağmurlu
Hikâye" adıyla yayımlanan bu hikâyesi, yine aynı tarihte Varlık Yayınları'ndan çıkan Alemdağ'da Var Bir Yılan isimli kitabından alınmıştır.)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder