
Tabelâcı
dükkânının önünde yaş yaş, kurusunlar diye duvara dayanmış iki levha vardı.
Baktım birinde “Saatçı A. Yayladan” yazılı. İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıda
saatçınındı bu levha, sormuş öğrenmiş gibi biliyordum bunu. Küçücük dükkânın
önünden her geçişimde hep aynı hüzün kaplardı içimi. Bütün gün orada oturan
benmişim gibi. Yolun çarşılığından kurtulup evlerinin başladığı ucundaydı
dükkân. Daracıktı. İçi karanlıktır diye düşünürdüm. Saatçının hikâyesini yazmak
istiyordum.
Karşıya geçtim. Saatçının
kapısındaki cama dayadım burnumu, içeriye baktım. Loştu. Saatçı bir masanın
ardında oturuyordu. Gözlüklüydü. Bıyıksız oluşuna şaştım. Kafamdaki bıyıklıydı.
Gözlüklerinin üstünden dik dik bakıyordu bana. Hoşuma gitti. Çekildim. Başka
biri olsaydım belki dükkâna girer, saatimi çıkarır, “Usta, günde üç dakika geri
kalıyor bu,” derdim. O saati ayarlarken ben dükkânın girdisine çıktısına
bakardım. Birkaç soru da sorardım saatçıya. Hikâyenin olayı daha baştan kafamda
hazır olurdu. Değişmezdi bu: Belediye Başkanı, onarsın diye saatini gönderecek
odacıyla. Saatçı parçaları silecek. Aksilik bu ya, silerken çarklardan biri
elinden düşecek. Tabandaki tahta yarıklarından aşağı girecek. Saatçı saati
ödemeye hazır; ama başkan düşman kesilecek ona. Sağa baktın suç, sola baktın
suç. Sonunda dükkânı kapattıracak saatçıya.
Sevmem bu çeşit hikâyeyi,
yalanmış gibi gelir bana. Belediye başkanı saatini hiç bu çarşı ucundaki
saatçıya gönderir mi? Büyük caddede, pencereleri yeşil demir parmaklıklı yeni
açılan bankanın karşısındaki bilmem ne acentası saatçıya gönderir. O dükkânın
tabanı tahta değil, parkedir. Düşen çark bulunur. Genel Kitaplık memurunun
saatini dört liraya silen o saatçı başkandan iki lira ister.
Ben
saatçıya soru sormak gereğini de duymuyorum. Yalan söyleyeceğini biliyorum.
“İşler nasıl ustam?” desem gözlüklerinin üstünden kuşkuyla bakar bana. “Kim bu
herif? Neden soruşturup duruyor? Vergimi artırmak için mi gönderdiler bunu?”
diye düşünür. “Kötü, kötü,” der. Ne soracağım ona? Evli olduğunu, çocuğu olmadığını,
çocuk istemediğini de biliyorum. Bütün uyanık düş görenler gibi o da az
bencildir. Dükkânın içini göreceğim de ne olacak? Duvarlarda durmadan işleyen
saatlar asılı olduğunu bilmek bana yeter. Adını da bilmek istemiyorum.
Soyadıyla dükkânı arasındaki zıtlık içimi burkuyor. İzmir fuarındaki sırtlanı
düşünüyorum. Kafesinin beton tabanı çepeçevre aşınmış; gezinmekten. Aşınan yer
kafesin en uzun yolu. Adını öğrenmekten korkuyorum. Tabelâcının önündeki
levhada ‘A. Yayladan’ yazılı. “Ali ya da Ahmet’tir” diyorum içimden. Birisine
sorsam? Sormam. Abdülkerim deyiverir de üzülürüm.
Bu
gece saatçı yatağında beni düşünecek. “Bugün bir adam geldi, kapının camına
burnunu dayadı,” diyecek. Oda karanlıktır. Yanında yatan karısının soluk
alışında bir değişiklik yok; uyumuş. Başını çevirip bakacak karısına. Sıkıntılı
acıyan bir bakış olacak bu. (Ne çabuk uyumuş.) Saatçı daha alçak bir sesle,
kendi kendine anlatır gibi anlatacak: “Burnu camda yassılmış. Dik dik baktım
yüzüne. Neden? Ne bileyim. Şimdi pişmanım. Çağırıp konuşsaydım onunla diyorum.”
Birden
döndüm. Gidip saatçıyla konuşacaktım. Güç tuttum kendimi. Gece olmamıştı daha.
Benim kendisini götürdüğüm kıvamda değildi o. Hem hikâyemi yazmam için öğrenmem
gereken önemli bir şey daha vardı. Bunu ondan soramazdım. Komşularından “birine
soracaktım. Ama kime? Karşıki bakkalı mı? Olmaz güvenim yok ona. Kendi
açısından görür insanları, “Saatimi karşı saatçıya onartmak istiyorum. Nasıl
adamdır? İçinden değerli “bir parçayı değiştirir mi dersin?” diye sorsam, “Eh,
hiç duymadım ama belli olmaz. Kişioğlu bu” falan deyip kuşkulandırır beni yok
yere. İyisi mi şu tabelâcıya sorayım. Ne de olsa bir çeşit sanatçıdır o.
İnanılır sözüne. Yürüdüm. Deminki yaş tabelâlar gene kaldırımın üstündeydi.
Birden camın ardında vitrine asık, sülüs yazısıyla yazılmış levhalar takıldı
gözüme. Besmeleler, “tevekkeltü al-Allah”lar, El Kasibü habibullah’lar vardı.
Hiç olmazsa bir tane “Ah, minelaşk” olsaydı aralarında, hani “he”nin iki
gözünden iki damla yaş akan soyundan, yoktu. Nasıl güvenirdim böylesi bir
adama! Döndüm. Aşçıya soracaktım. ‘Aşçılar iyi kişilerdir. Kişioğlunu
doyururlar, yoksullara parasız artık yemekler yedirirler,’ diyordum. Dükkânın
kapısından baktım. Bir delikanlı masanın önünde oturmuş patates soyuyordu.
Erkendi. Başka kimse yoktu içerde. Bu çocuk aşçının çırağı olacaktı.
-
Merhaba! dedim.
-
Merhaba.
-
Saatim bozuldu da. Şu karşıki saatçıya yaptırmak istiyorum. Bir sorayım dedim.
Nasıl adamdır, ha? İçinden bir parçasını çalmasın?
-
Yok abi, dedi, öyle adam değildir o. Korkma.
Kirli
uzun tırnakları vardı çocuğun. Yüzüne ustura değmediği belliydi. Yumuşak,
uzunca tüyler vardı sakal başlarında. Yüzü toplu ama sarımsı, gözleri parlak.
İnandım bu çocuğa, yalan söylemez o. İçim rahatladı. “Ocağına düştün “abi.”
deseydi inanacak mıydım ona? Ne bileyim ben, demedi işte. Birine daha sormak
geçti içimden. Aşçının yanında elektrik araçları satan bir dükkân vardı.
Sormadım. Gittim bir kahveye oturdum. Çay istedim.
Şimdi
tıkır tıkır işleyen saatların arasında saatçinin canı sıkılıyordur. (Ben de sıkıntılıyım
burda.) Gözlüğünü çıkarmış, gözüne büyütkeni yerleştirmiş, bir saatin bozuk
yerini arıyordur. Saatların tıkırtısıyla içinin sıkıntısı arasında bir ilgi
vardır sanki. Bu durmayan tıkırtı dünyanın düzeni gibi bir şeydir. Değişmez.
Dursa sıkıntısı geçecek belki. Oysa bu sıkıntıyı yaratan kendisidir. Her sabah
dükkâna girdi mi ilk işi birer birer bu saatları kurmaktır. İğrene iğrene yapar
bu işi. Kurmayıverse olmaz mı? Olmaz? O zaman kendi kendisi olmaktan, saatçı
olmaktan çıkar. Zorunludur bu. Nasıl her akşam eve gider, yemek yer, oturur,
yatarsa bunu da yapacak. Pazar günlerinin bile bir kurulu düzeni vardır.
Kahveye çıkılır, tavla oynanır. Geceleri yatakta yatarlar karısıyla. Kışın,
uykuda döndükçe yorgan kayar, üşürler. Ayrı yatakta yatamazlar. İsteksiz ara
sıra, ödev yapar gibi sarılmalar, tümü. “Bir güreşken horoz beslesem” diye
düşündü dün gece. Gerçek bir heyecan kaynağı olurdu bu horoz. Ama evde kümeslik
yer yok.
Karşıdaki
bakkal köşedeki kahveciye iki çay bağırıyor. “Birini kazıklayacak yine” diyor
saatçi kendi kendine. Sonra yeniden saatlara dönüyor. Bunların çoğu İsviçre’de
yapılır. Duyduğuna göre dağlık bir yermiş orası. Dağlarında kar varmış. Bir
özlem kabarıyor içinde. “Bir gün kurmayacam şunları” diyor. Ürperiyor, daha bir
büyümüş sanıyor kendini.
Ben
yakında saatçinin bir gün saatları kurmayıvereceğini biliyorum. Dükkândan
fırlayacak. “Saatların yapıldığı yere!” diye bağıracak. Konu komşu sımsıkı
yakalayacaklar onu; bırakmayacaklar; delirdi diyecekler. Bana bunları dükkânın
önünden geçeceğim zaman kepenkleri inik görüp sebebini soracağım deminki aşçı
çırağı anlatacak. Yüzünde bir üzüntü, bir acıma izi olmayacak. Benim de...
Şimdi
büyük bir sevgi duyuyorum saatçıya. Onunla tanışmayacak kadar, saatim bozulsa
ona değgin düşüncelerim değişir korkusuyla saatimi ona değil gidip o acenta
saatçısına onartacak kadar büyük bir sevgi. Yazmayacağım onun hikâyesini,
vazgeçtim. Beceremem, yanlış anlatırım diye korkuyorum.
Kahveden çıktım. Sıkışmışım. Genel ayak yoluna doğru yürüdüm. Sokağa
saptım. Baktım sağımda bir ayakkabı onarıcısının dükkânı vardı. İçerisi
görünmüyordu.
(Yusuf Atılgan, Bodur Minareden Öte – Bütün
Öyküleri, YKY)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder