1 Aralık 2018 Cumartesi

Ve Tanrı ÖL dedi insana


Dünyaya inancını yitirmiş biri için, Tanrı elinden çıkan ne varsa, her şeyden ve herkesten öte, yeryüzündeki en anlamsız şey, kendi varlığı olmamış mıdır her zaman?

Neredeyse tüm ömrünü, hiç susmayan bir kulak çınlamasıyla geçirmişti. Kendi varoluşu ve tüm doğanın gizi bu kulak çınlamasında duyuruyordu kendisini duymak isteyen herkese. Sesler birbirine karışıyor, renklerin içinde dağılıp titreşen dalgalar, tüm kuş ötüşlerini ve kanat seslerini, kabarıp boşanan, yağmur halinde ilerleyen bir çığlık gibi yeryüzüne yayıyordu. Rüzgârın sesiyle irkilen sular, uğuldayan ağaçlar ve iç içe geçen düşünceler; sokaklar, evler, eğilen bedenler gökyüzünün altında. Yabancı bir yurtta olmak gibi boğucu, o yalnızlık denen demir pençeli kuşun sırtında yolculuk etmek bir şehirden diğerine; ölmek için uyanan bir adam için ne kadar da zorlaşmıştı artık her şey.

Ölüm, herkesin içinde nefes almaya çalıştığı, aniden bastıran bir kar fırtınasıydı. Dümdüz ovaları derin uçurumlarla yaran, dağlardan vadilere inen sular; karlı, puslu hava içinde kaybolmuş evler, tüten bacalar ve üşüyen insanlar; Tanrı’nın tüm yaşayanlar üzerinde gezinen soğuk ve kederli eli.
Ölecekti, bu düşünce hiç bu kadar yakın, bu kadar tedirgin edici ve mutlak olmamıştı. Peki ama neden? Neden Tanrı onunki gibi basit bir adamın varlığından, onu ortadan kaldıracak kadar rahatsızlık duymuştu? Evet, sıradan bir yaşam süren, sıradan bir adamdı o. Kahraman olmayı hiç düşünmemişti. Olamazdı da; ne bir savaş görmüştü, ne savaş meydanı, ne de bir silah. Ölümsüz olmayı da istememişti. Yine de Tanrı karşısında haksızlığa uğramış, umutları kırık bir çocuk gibiydi.

Hayır, tüm yaşamı boyunca kendisi gibi sıradan varlıkları içinde sıradan yaşamlar süren insanların varlığından rahatsızlık duyan, onları sadece, onlar için artık zaman susmaya hazırlandığında, o değersiz bedenlerini ortadan kaldırmak için hatırlayan bir Tanrı’ya ibadet etmeyecekti. Aldatılabilir bir Tanrı’yı bizim için var eden, keseleri dolu şeyhler, büyük ordulara komuta eden, sonsuz yaşam isterken, savaş meydanlarında yine bizi dövüştürenler...

Neden ibadet edecekti? Onlar gibi çok mu hırslıydı? Tutkusu sınır tanımayan, korkunç iştahlı bir dev miydi? Bir sarayı, köleleri, zengin kıyafetleri, atları ya da altından dağları mı vardı? Tanrı onun kendisini bu dünyaya ait hissetmesi için ne yapmıştı? Küçücük bir toprağı, o toprak üstünde küçücük bir evi mi vardı?

Ne için ibadet edecekti? Tanrı’nın cehennemini yıllarca üstünde taşımamış mıydı? Yine aynı Tanrı değil miydi bir anda önünde açılan uçurumlar, karanlık labirentlerle, çocukluğun cennetini binlerce küçük alev içinde yakıp kül eden? Yaşama gözlerini açtığı o ilk günden, kendisi için zamanın sonlandırılacağı şu son ana kadar, kederden başka sığınacak neyi olmuştu?

Neden gökyüzü ve yeryüzü arasındaki her şey, bu uyumsuz adamın ruhuna karanlık bir ölüm tadıyla, alevli bir nefes gibi üflenmişti şimdi birdenbire? Tanrı neden şimdi onu hiç sahip olmadığı ve hiç de özlemediği evine çağrıyordu zorla? Oysa hiçbir şeye tutku kadar inanmamıştı o; ne hayatın kendisine, ne de ona yüklenen yığınla anlama. Bir Tanrı’ya ihtiyaç duymadan, yaşamın içinden, tutkunun sınırlarından ateşlemişti kalbindeki fitili.

Ölüme ve yaşama hükmeden Tanrı, neden neşeli bir ışıkla indirmişti o çılgın varlığını yeryüzüne? Neden konuşmak için kendini bir çalıya gizlemişti? İnsanları korkutmak mı istemiyordu? Yoksa kim bilir, içlerinden seçip, evinde misafir ettiği biri ya da birileri dışında insanlardan korktuğu için mi?

Dünya duygusallığını çoktan yitirdi. O’nun bakışları altında oldu; olup biten, yaşanan her şey, yavaş yavaş. Tüm bunlar olurken, neden o kendini duyurmak için bir mağarayı seçmişti? Tanrı’nın ufku insanlarca köreltilmiş olabilir miydi? O’nu, O’nun varlığıyla aldatan insanoğlu, sonunda kendi alınyazısının Efendisi mi olmuştu? Dionistik bir ruh ve kanının tüm coşkusuyla gerçek olmak mı istiyordu insan?

İçinde yanmaz, kaybolmaz olan o ruh ürpertisi artık susmuştu. Yıkılışının bu karanlık gecesinde, tatlı bir baş dönmesiyle, bambaşka bir müziği olan bir zamana doğru çekiliyordu tüm bedeni. Alışık olduğu gökyüzünün altında kader sarhoşu bir adamdı o. Dudaklarında hep o soğuk iyiliğin karanlık ışığıyla dolaşmıştı bir sokaktan diğerine. Yarı aydınlık, yarı karanlık bir bedene sıkışmış, gölgeler içinde bir gölge. Tanrı’nın ve Şeytan’ın kimi açık kimi belirsiz kimyasal izlerinin karıştırılıp bir çanaktan dökülen su gibi döküldüğü bu beden, şimdi kendi çılgınlığının, kendi dehşetinin tam ortasında son bir sabaha uyandırılıyordu.

Kanındaki o soğuk iklimin anlamı hiç bu kadar sarsıcı olmamıştı. Demek biliyordu, insan olmanın yazgısındaki ağırlığı, bu yüzden terk etmişti, bir zamanlar kendi ellerinden çıkan ne varsa.

Yeryüzü O’nu parçalayacak kadar acı yüklüydü artık. O gün bugündür, açık bir sembol gibi taşıyor insanlık üzerinde kaderini, dengesiz, artan bir şiddetle.

Tanrı, baktığı, gördüğü her şeyde, her yerde; hiçbir şeyde ve hiçbir yerdeydi. Kapalı, kendi içine yönelmiş, kendiyle konuşan bir dilin yankılandığı sonsuzluğun içinde, her şey onun varlığından kopup gelen kocaman bir sırdı. O’nunkinden başka gören göz, işiten kulak, konuşan dil yoktu. Hayat onun ellerindeydi, ölüm henüz yokken. Hüzünlü bir karanlık içinde dağılıp giden ışık ve renk, onun bakışında saklıydı. Ne olmuştu da Tanrı işte o ışığı ve rengi, insanın kanına saçmaya karar vermişti yine birdenbire? Kendi varlığında olup, atıp kurtulmak istediği bir şeyler mi vardı? Gökyüzüne, yeryüzüne kattığı başka; insana kattığı başka mıydı?


A. Arslan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder