30 Kasım 2018 Cuma

Nâzım Hikmet / Vapur (Video-Klip)


Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.

Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nâzım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri.

(27 Mayıs 1957)





Sende olmayan şey başkalarında da olmayınca...


Mehmet Ferah'ın 30 yıldır evindeki bir sandıkta biriktirdiği öykülerinden oluşan Düş Vadisi isimli kitabı Başka Yerler Yayınları etiketiyle geçtiğimiz aylarda okuyucusuyla buluştu. Kitapta, maden işçilerinin zorlu yaşam koşullarından akıl hastalarının sorunlarına, 17 Ağustos'taki büyük Gölcük depreminden kavuşulamayan aşklara değin birbirinden çarpıcı 15 öykü bulunuyor.

Büyük bir ustalıkla işlediği öykülerinde yazar, okuyucuyu kâh gülümsetecek, kâh hüzünlendirecek büyülü bir dünyaya çağırıyor; düşlerden kurulu bir vadiden geçerken sadece sevginin sıcaklığını hissetmekle kalmayacak, ruhun ıstırabını da duyumsayacaksınız; hemen her öyküde hayatın anlamını sorgularken, ansızın çocukluk ve ilk gençlik yıllarınıza dönerek bir anda gülümsemeye başlayacaksınız.

GÖÇÜK ALTINDA KALAN İŞÇİLERE ANLAMLI SELAM

Kitabın şiirsel bir dille açılan ilk öyküsü "Düş"ün ardından, Soma'da hayatını kaybeden 301 maden işçisinin anısına ithaf edilen "Maden" öyküsüyle karşılaşmak, okuyucuda tam bir şok etkisi yaratıyor. Patlama sonrası göçük altında kalan bir işçinin kurtarılmayı beklediği o gerilimli ânı ustalıkla işleyen yazar, yerin yüzlerce metre altında korkulardan oluşmuş bir atmosfer yaratıyor.

29 Kasım 2018 Perşembe

Öyle bir geçer zaman ki...


"Cevap veriyorum zamanla her şey geçer diyen akıllılara; geçen tek şey zamandır, anlayan anlatsın anlamayanlara." (Cemal Süreya)


Bu geçen bizim zamanımız; başlangıcını en masum halimizle yaşadığımız, bazı senelerinde tozpembe hayaller kurup büyük bir kısmını beyhude amaçlar için harcadığımız. Nedense en aciz halinde geliyor insanoğlunun aklı başına. Tam olgunlaşıp çözdüğünü düşünürken hayatın sırlarını, göz açıp kapayana dek geliveriyor ömrünün sonbaharına. Her biri altın değerinde iken saatlerin, günleri bir pula değişmişiz. Zaman gelip geçerken, biz hep birbirimizle didişmişiz.

Geriye dönüp de pişmanlıkları yok etme imkânımız olsaydı, hangisinden başlardık ilkin? Şimdilerde bol nasihat yüklü kelamlar ederken, bir zamanlar nasihat dinlemekten nefret eden o gençler değil miydik biz? Zamanı geriye döndürebilecek bir kudret olsa, kendi hesabıma, sımsıkı sarılmak isterdim yitirmiş olduğum insanların boynuna. Af dilemek istediğim o kadar çok kişi, bağışlanmasını dilediğim o kadar çok günahım var ki. Kadrini kıymetini yaşarken bilemediğim, kalbimin bir köşesinde sakladığım, sevgi dolu gözleriyle rüyalarımda buluştuğum, sıcaklığını özlediğim insanlarım var benim.

Biliyorum ki herkes aynı şeyleri düşünüp farklı yüzleri görüyordur şu anda. Dedemi görüyorum ben mesela: Sakalını sıvazlarken, okuduğu gazeteden başını kaldırıp gözlüğünün üstünden bakıyor; şimdilerde benim yaptığım gibi. Şükrü Abim hâlâ genç, hâlâ yakışıklı; otuz üç yaşındaydı henüz ve o yaşta kaldı hep. Ben yaş aldım, o almadı; ölüler yaşlanmaz ki… Bir sarılışı vardı; nefesim kesilene kadar sıkardı. Dayımı kaybettiğimiz yaşa yaklaştı yaşım. Şu an akran sayılırız onunla da. Gülüşünü özledim en çok; gülünce gözlerinde çiçekler açardı. Kemal Abim severdi de, pek belli etmezdi sevgisini. Ama ben hissederdim kimin nasıl sevdiğini.

Benim insanlarım çok, benim insanlarımı saymaya kelimelerim değil, gönlüm yetmiyor. Her biri damla damla gözyaşı, hepsi ömrümün birer mihenk taşı. Halüsinasyonlar görüyorum zaman zaman: Etrafımda bana bakan gözler, unutulmak istemeyen yüzler var. Her birinden kalan bir parça iz var karakterimde. Kurduğum cümlelerde, konuştuğum aksanda, düşünce biçimimde, dünya görüşümde, daha birçok yerde taşıyorum her birini.

Ne güzel söylemiş Josef Breuer, "Yaşlanmanın asıl acı veren tarafı, sevdiklerinizi ve dostlarınızı kaybetmekten çok, sizi inceleyen gözlerin olmamasıdır," diye. Henüz vaktimiz varken, henüz hâlâ sevecek insanlarımız etrafımızdayken bir an önce sımsıkı sarılmalıyız onlara, bir gün yine "keşke" dememek için.


Mehmet Ferah

28 Kasım 2018 Çarşamba

Edip Cansever - Acaba | Video-Klip


Dönelim
Döndürsün bizi
Kalbin akıp giden bulutlara benzeyen sesi
Yağmursuz bir yağmura açılmış kapılardan
Ve akılda kalan bir yokuştan
Ve yalnız çocuklara özgü o sonsuz sinema koltuklarından
Ve çocukluktan
Dönelim
Dönelim mi biz
Gençlikten, oralardan
Mutluluğu bir kabuk gibi saran mutsuzluklardan
Dönelim mi acıya
Acıya, büyük acıya
Ve soralım mı acaba
Ey büyük yalnızlık insansan eğer
Bir kaya
Dalgalar yalarken onu
O bakarken kaskatı kalabalıklara
Ah, kalbin bulut bulut akan sesi.





İçimdeki bir başka 'ben'



Hasan Ali Toptaş'ın Bin Hüzünlü Haz romanı için ilk söyleyeceğim şey, hayal gücünüzün üst safhalarda olması gerekir ki, kitabı okurken yazarın bir düş içinde benzetmelerle yarattığı hikâyeyi kendiniz görüyor, duyuyor ve hissediyormuş gibi olmanız için. Hani kendi içimizde başka bir "ben" yaratır ya da kendi içimizdeki dünyada olasılıklarla dolu bir dünya yaratırız ya; yazar o dünyadaki bir hikâye içinde geçmişle geleceği imgeleyerek bir arayış içinde olduğunu göstermiş.

Alaaddin’i bazen aradığımız bir dost, bir güven, bir sevgili, bir duygu, düşünce ve benim en çok hissettiğim şey "vicdan" gibi de düşündürmüş. Çok etkilendiğim şu kısım vardı ki, yazar içimdeki bir diğer "ben"mişim de böyle yazmış gibi hissettim:
"Ölüye karşı beslediği sevginin derinliği, o anda onun için bir şeyler yapabilmesini engellediği gibi, aralarına da hiçbir şeyle kapatılamayacak ölçüde geniş bir mesafe koymuştur sanki ve kadın şimdi olanca yıkılmışlığıyla bu mesafenin öteki ucunda durmuş, bir yandan gözyaşı dökmekte, bir yandan da dizlerinin dibindeki ölüye ulaşmaya çalışmaktadır."

Ama şunu da söylemeliyim: Her okur bu kitabı farklı algılayabilir, kitap her okura farklı hissettirebilir kendini. Bu dünyayı ve o hayalinde yarattığı dünyadaki insanları yaşama tutunmak için yaratır insan. Bu belki de umuttur. İşte o dünyadan yazara "merhaba" dediğimi hissettim.


Jasmin

26 Kasım 2018 Pazartesi

Cemal Süreya'dan kendi şiiri hakkında üç ipucu


Şair ve yazar Cemal Süreya, TRT'de, biyografisinden şiir çevirilerine, denemeciliğinden şiir anlayışına Doğan Hızlan'ın sorularını yanıtlıyor.




24 Kasım 2018 Cumartesi

Kasap dükkânlarının karanlık ve kanlı köşeleri



Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi, bu ayki sayısında, 'Kasap' temasıyla yazılmış öyküleri sayfalarına taşıyor.

Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi Kasım 2018 tarihli 113. sayısında 'Kasap' temasıyla okurlarının karşısına çıktı.

Her ay farklı temada yazılan fantastik, bilimkurgu, steam-punk, korku-gerilim, polisiye gibi alt türlerde kaleme alınmış öyküleri sayfalarında ağırlayan seçkide yine birbirinden ilginç hikâyeler yer alıyor.


Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin bu ayki sayısında kasap dükkânlarının karanlık ve kanlı köşeleri var. Temanın illüstrasyonu ise İlke Ekbul’a ait.

Aralık ayının teması 'Tazmanya Canavarı' olarak duyuruldu. Bu temadaki öykülerinizi 17 Aralık 2018'e kadar oykuseckisi@gmail.com adresine yollayabilirsiniz.


21 Kasım 2018 Çarşamba

'Zamanın Sessiz Tanıkları'yla büyülü bir yolculuk



Ülkemizin en önemli ressamlarını izleyiciyle buluşturan 'Zamanın Sessiz Tanıkları – Merey Koleksiyonu'ndan Seçkiyle Türk Resminde Portre-Otoportre' sergisi, 17 Şubat 2019 tarihine kadar Antalya Kültür Sanat Galerisi'nde.

Latince "kopyasını yapmak" anlamına gelen "protraho" sözcüğünden türeyen "portre", dünya resim tarihinin en önemli, en çok ürün verilen alanlarından biridir. Ölü kültleri ve cenaze ritüellerinden doğan portrecilik, zamanla bu dünyada var olunduğuna dair bir işarete, geçmişten geleceğe bırakılan bir tanıklığa dönüşmüş, böylece portre yaptıranların sayısı artarak portre ressamlığının gelişmesine yol açmıştır.

Türk resim sanatı içinde de önemli bir yer tutan portre, ressam ve model kadar aynı zamanda toplumsal ve zihinsel dönüşümlerin yansıdığı bir sosyal tarih okuması da sunar.

Ahmet Merey Koleksiyonu'nun en büyük parçasını 450 eserle portreler oluşturmaktadır. Türk resminin en erken dönemlerinden bugüne, koleksiyonda yer alan ressamların önemi ve eserlerin niteliği, bu koleksiyonu Türk resim sanatının en önemli portre koleksiyonu haline getirmiştir. Bu koleksiyondan 90 eseri bir araya getiren 'Zamanın Sessiz Tanıkları – Merey Koleksiyonu'ndan Seçkiyle Türk Resminde Portre-Otoportre' sergisi, İbrahim Çallı'dan günümüze ülkemizin en önemli ressamlarını izleyiciyle buluştururken, Türk resim sanatının neredeyse bütün dönem ve ekollerinden örneklerle Türk modernizminin gelişimini de mercek altına alıyor.

17 Şubat 2019 tarihine kadar açık kalacak olan sergi, pazartesi hariç her gün 11.00-19.00, perşembe günleri ise 11.00-21.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

Adres: Elmalı Mahallesi, Şehit Binbaşı Cengiz Toytunç Caddesi, No: 60 Muratpaşa - Antalya
Tel: 0242 242 0 257




18 Kasım 2018 Pazar

Robert Musil'den 'Aptallık Üzerine'


Niteliksiz Adam'ın yazarı Robert Musil'in Aptallık Üzerine kitabı, Ersan Üldes'in çevirisi ve Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda...

Aptallığı aptallık yapan nedir? Modern edebiyatın büyük yazarlarından Robert Musil'e göre aptallık, zekâ eksikliği değil, daha çok duygu hatasıdır, üstelik tam olarak kavranması imkânsızdır. Bazen deha ve aptallık öylesine iç içe geçer ki, onları birbirinden ayırmak mümkün olmaz. Üstelik onun üzerine konuşmak başlı başına bir paradoksa neden olur: Aptallık üzerine konuşan biri aptal olmadığını varsayar, böylece kendisini zeki saydığını göstermiş olur, oysa bu da aleni bir aptallık işaretidir. Elbette bir de kitlelerin ve kalabalıkların engellenemez aptallığı sözkonusudur.

Aptallık, insanlık durumunun bir nevi mütemmim cüzüdür. Alman faşizmi gücünün doruğundayken gerçekleştirdiği bu ünlü konuşmasında Musil, benzersiz üslubu ve kusursuz humoruyla, kendini de temize çekmeden her tür aptallığı ciddiyetle ti'ye alıyordu.

Aptallık Üzerine, Nazilerin nefret ettiği ve kitaplarını yasaklattığı Musil'in en sert, aynı zamanda en eğlenceli metinlerinden biri.

"Gerçek kara mizah, ruhban sınıfını hedef alırken komünistleri de tedirgin etmeli, aptallığı yargılarken bunun içine yazarı da almalıdır."

(Robert Musil, Aptallık Üzerine, Çev.: Ersan Üldes, Sel Yayıncılık 2018, Eleştiri, 88 s.)


16 Kasım 2018 Cuma

'Sırtımdaki görünmeyen kamburu paylaşabilmek için yazdım'

Önceki gece düzenlenen TÜYAP Kültür Fuarları Onur Ödülleri'nde konuşan Selim İleri, "Ben hep ezilenler için yazdım. Sırtımdaki görünmeyen kamburu başkalarıyla paylaşabilmek için yazdım" dedi.

TÜYAP ile Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğinde düzenlenen 37. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı ve TÜYAP tarafından düzenlenen Artist 2018 / 28. İstanbul Sanat Fuarı'nın onur ödülleri, önceki akşam Tüyap Büyükçekmece'de gerçekleşen törenle sahiplerini buldu.

Otuz yedinci yaşını 'Hayatı Edebiyatla Kuşatmak' temasıyla selamlayan İstanbul Kitap Fuarı'nın onur yazarı Selim İleri, ödülünü TÜYAP Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Ünal'dan aldı.

"BEN HEP EZİLENLER İÇİN YAZDIM"

Ödül töreninde yaptığı konuşmada, TÜYAP'ın çok önemli bir iş yaptığını, Türkiye'de kitap fuarı düzenlemenin zor bir iş olduğunu hatırlatan İleri, "37 yıl önce bir otelin balo salonunda başladı bu fuar. Şimdi aramızda olmayan büyük şair Cemal Süreya, iyi ki aramızda olan Adalet Ağaoğlu ve ben birlikte imza gününe katılmıştık. Adalet Hanım’ın önünde uzun bir kuyruk vardı. Cemal Süreya da öyleydi. Benim pek yoktu. Ama o kuyrukta, nasıl anlatmam gerektiğini çok düşündüm buraya gelirken, açıkça söylemek gerekirse yüzü çok güzel, siyah elbiseli kambur bir genç kadın vardı. 'Bu kız bana gelirse yazar olacağım' dedim içimden. Ve o kız bana geldi. Çok şey borçluyum ona, bana okurumu öğretti. Ben hep ezilenler için yazdım. Sırtımdaki görünmeyen kamburu başkalarıyla paylaşabilmek için yazdım. Hiç beklemediğim bir şeydi bu onur yazarlığı, TÜYAP'a sonsuz teşekkür ediyorum" dedi.

14 Kasım 2018 Çarşamba

Kimliksiz kaldırım taşı



Öyle karanlık bir gece ki, hayaletlerin bile muma ihtiyacı var. Beyin senkronizesi altında, ezikliğimin gölgesine eşlik ediyorum. Ritmik adımlarla sessizliğimi indirgeyen sakin yürüyüşler yapıyorum. Dahilistik yapısallar ilgimi çekiyor. Onlara dokunmak, insana dokunuyor olmalı.

Yerçekimiyle uyum sağlayan harika bir elektrik akımına patika yoldan uğramaya karar verdim bu gece. Titreyen dizlerimin sesi ve ben, yankısı yüksek mağaralara hayalperest unvanı alkışladıkça ilerliyoruz. Üzerine bastığım ince çalı çırpı, titreyen dizlerimin güçsüzlüğünü tekmeliyor ve soğuk beton ile şahane bir temas kuruyoruz. Yüzüme düşen saçlarımı ittirmek istercesine kafamı yukarı kaldırıyorum ve ürkütücülüğün tam ortasına kamp kurduğumu fark ediyorum. Dizlerimi temizlemek için uyuşmuş ellerimi hareket haline sokuyorum ve tozları silkeliyorum en sevdiğim elbisemden. Soğuğun son evresine ulaşmış ıslak doku, kaygan zeminde Pollyanna dansı yapmama sebep oluyor. Sendeleyerek ilerlediğim yolun sonunda hoş şeyler yok belki. Ama bu geri döneceğim anlamına gelmez.


Bileğimden süzülen sıcak sıvının kokusu, dudaklarımı titreten gülümsemeyi selamlıyor. Ayna yok belki, olsaydı bile tarif edebileceğimden daha iyisini sunmazdı hiçbir görüntü. Ayakkabısını kedinin çalmış olduğu minik bir kız çocuğu edasıyla, kapalı bilincimin rotasına ayak uyduruyorum. Asık yüzümü duymuş olmalı karanlıktan gelen yarasalar. Geri dönecek miyim? Hayır.


Arkamda bıraktıklarımla tekrar karşılaşmak istemediğim şu dakikalar, yarasaların oyununa eşlik edecek cesareti simgeliyorum hayal dünyamda. Her gün Stockholm limanından kalkan beyaz tekneyi düşünüyorum, dalgalara meydan okuyan adama bir kez olsun engel olmayışını canlandırıyorum kafamda. Denizin maviliğini paylaşmanın güzelliğine gözyaşımı siliyorum. Ateşten eli yanan çocuğu düşünüyorum, ateşle harikalar yaratmaktan vazgeçmeyen yanık iziyle dolmuş ellerini sergilemekten çekingenlik duymayışını alkışlıyorum.


Dünyanın güzelliğinden saklanmış bu mağaranın içinde ne aradığımı bulmaya çalışıyorum. Kaybolmuş ışığa arkadaş olmayı teklif ediyorum ama bana cevap vermiyor. Saatlerdir görmüyoruz birbirimizi. Kaçmaktan pes etmek için erken bir zaman olmalı diye düşünüyorum. Öyle olmasını istediğim için. Dilediğim gibi dokunduğum soğuk duvarların, buz olmuş tenimi ısıtmasını umut ediyorum. Serbest. Gözle görünmeyen ama sesiyle sağır olmamı dile getiren zincirlerin, ayak bileklerimi mosmor yaptığını göremeyeceğim kadar karanlık olan bir gecede nefes almaya çalışıyorum. Ses tellerime bağlanmış düğümleri ıslatacak bir damla su olduğunu hayal ediyorum, böylesi daha kolay.


İfadesizliğime öpücük kondurmak istersen, önce kan çanağına dönmüş gözlerime üfle. Belki de uykusuzluğuma ayak basıyorum, kör zeminlere güvenmekten başka çarem olmadığı düşüncesiyle. Ne de olsa burada da yalnızım, tıpkı dışarıda olduğum gibi. Bol güneşli cümleler sarf etmeyi ben de isterdim, ama heyecanlandırmıyor beni fırtınasız-yağmursuz hiçbir ertesi sabah. Geriye dönüp baktığım karanlık, neden önümdeki karanlıktan daha aydınlık?


Sorgulamaktan yorulmayacağımı biliyorum. Bu da benlik duygusunun ana düşüncesi değil miydi? İster sevgi ister nefret, özgürce önüne bakabildiğin kadar sayılırsın dışarıdaki hayatta. Yavaş yavaş anlıyor olmalısın ne için bu karanlığa katlandığımı. Aydınlığın sunmadığı huzurumsu afrodizyak esintiyi hissettiğim tek yere sahip olmayı terk edip gitmem, akla gelir iş değil.


Kafamdaki binlerce soruya bıçak dayıyorum korkusuzca, keserse çok canım yanar mı? Stabil yaşamlar da bir gün globalleşir mi? Mağaralar neden huzur verici? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?



blossom

Joan Osborne'den Bob Dylan'ın şarkılarına feminist yorum

Joan Osborne, son projesi 'Songs of Bob Dylan' ile Garanti Caz Yeşili konserleri kapsamında 17 Kasım'da Zorlu PSM'de...

7 Grammy müzik ödülü adaylığı bulunan, dünya çapında milyonlarca albümü satılan performans sanatçısı ve söz yazarı Joan Osborne, son projesi Songs of Bob Dylan ile dünya turnesine çıkmaya hazırlanıyor.

BOB DYLAN'IN ŞARKILARINA FEMİNİST YORUM

Songs of Bob Dylan albümüyle vokal dehasını tüm saflığıyla ortaya koyan Osborne, Bob Dylan'ın sevilen şarkılarına feminist bir yorum katarak yeni tatlar yaratıyor.

The New York Times'ın Osborne’un projesine, "Cesur bir zekâ ile muhteşem bir yorum" cümlelerini kullandığı sahne şovunda Dylan'ın poetik ve duygusal söz yazarlığı, Osborne'un eşsiz sesiyle bambaşka anlamlar kazanıyor.

Biletler, Biletix ve mekân gişeden temin edilebilir.

TARİH: 17 Kasım 2018 Cumartesi
YER: Zorlu PSM - Turkcell Platinum Sahnesi
ADRES: Zorlu Center Beşiktaş - İstanbul / Telefon: 0850 222 67 76
KONSER SAATİ: 21.00





11 Kasım 2018 Pazar

Benliğin ahlak yasası


Hayatta neler olup bittiğini bilmek istemiyorum artık. İçimdekilerin canımı yakmasını kaldırmaktan da çok sıkıldım. Yaşamanın verdiği tadı nerede kaçırdıysam oraya gitmek istiyorum. Ama önce o tadı hatırlamam gerek, biliyorum. Ağırlığımı taşıyabilmenin zorluğunu paylaşabileceğim bir şey ile karşılaşabilirliğimi sorgulamaktan çok yoruldum. Farkında olmaktan yoruldum, farkında olmaktan nefret ediyorum. Ve hâlâ buna katlanmamdan da yoruldum.
İnsanlar nasıl olduğumu sorduğunda onlara karşı gerçek olmak istiyorum ama bu çok aptalca. Muhtemelen neyim olduğunu sordukları ve meraklı görüntülerini netleştirdikleri bir biçimde anlatacağım şeyleri bekleyecekler. Nasıl? Daha ben anlamadım ki, size ne anlatayım? Zaten anlatmaya kalksam da bir bok anlamayacaklar. Çünkü bana neyim olduğunu sorduklarında, onlara elle tutulur nedenler sunmamı bekliyorlar. “Başka ne olabilir ki,” diyorlar kendi kendilerine, ihtimal veremiyorlar. İhtimal verdiklerimin ihtimallerini ölçmekten çiçeklerimin solduğunu ifade edemediğimden, kaldıramıyorum o ihtimallerini ortadan.
İçimde susmayan şeyler var, kanıtı yok, varlığı yok, kimliği ve resmi yok. Sadece içimdeler ve ben bunu açıklamak zorunda değilim. Çünkü bunun asla bir anlamı olmazdı. Sadece, ne kadar çok "sadece" kelimesine uzandığımı fark ediyorum. Sadece şu, sadece bu, tamam mı? Tanrım, bu sadeceler hiç bitmez mi? O halde ne diye hâlâ sadece... diye ifade etmekten vazgeçmiyoruz ki...
Artık güçlüymüş gibi davranmak istemiyorum. Artık mutluymuş hissine sahip biriymiş gibi görünmek istemiyorum. Artık içimdekilerin benim için her gün ölüm töreni düzenlemelerine izin vermek istemiyorum. Beynimin kurguladığı tuhaf farkındalıkların yükünü kaldırabileceğim bir dolabım olmadığı için çok kızıyorum. Kime ve neye henüz karar vermedim. Neler olduğu hakkında bir fikrim yok. Belki de fikrim çok ama hiçbir şey bilmemenin verdiği boşluğun yarattığı hisse ihtiyaç duyduğum için kendimi buna inandırıyorum.
Birden fazla şey düşünüyorum, ayırt etmek zor. Biliyorum, hepsi bu dünya kadar gerçek. İfade etmek bile bende öfke sinyalleri veriyor. Ellerimle canımı acıtıp ruhumu kanatmak istiyorum.
Ama bilirsin, asıl zarar vermek istediğim bedenim değil. Hatta bedenim, bu hikâyede ve iktidar alanının tamamıyla dışında. Çünkü bazen gösteremezsin, yapamazsın.


blossom

Cihat Duman'ın 4. şiir kitabı 'Olma Borcu' çıktı

Şiirini, çağının dili ve zamanın argümanlarıyla kuran Cihat Duman, dördüncü şiir kitabı Olma Borcu ile kendi şiir külliyatına esaslı ve ontolojik bir tuğla daha ekliyor.

İnternetin olmadığı bir dünya artık hayal edilemiyor. Bu durum Cihat Duman şiiri için de geçerli: Onun olmadığı bir günümüz şiirinden söz etmek artık mümkün değil. Çünkü o, kendi çağının diliyle ve zamanın argümanlarıyla kuruyor şiirini. Şair, dördüncü şiir kitabı Olma Borcu ile kendi şiir külliyatına esaslı ve ontolojik bir tuğla daha ekliyor.

arkasından konuştuğun
hakkında fikirler telef ettiğin
belki kırmızı giyer diye yeşil giydiğin
bir fil müddeti dağlı kaldığın o çarpık çelişkiyi
sapsarı bir neşeyle katlandığın hastalığa sebep görebilirsin
bunu ona söyleme bunu ona anlat ve ağlat
tımarlı sipahiler ve köy korucuları duysun
küre-i arzın bütün plastik halkları adına
çıkarılmamış bir savaş gibi
öksürülmemiş bir mikrop gibi
ben bir acı sandalyesiyim
denge kusuyorum
bıktığım denge


8 Kasım 2018 Perşembe

Dokumacılıktan şairliğe: Pieter Langendijk

Dokumacılıktan oyun yazarlığı ve şairliğe geçiş yapan Pieter Langendijk, 1724-1744 arası Haarlem'e şehir sanatçısı olarak atandı ve bu şehir için yıllık şiirler yazdı.

Hollandalı dokumacı, sanatçı, dramatist ve şair ​Pieter Langendijk, 25 Temmuz 1683'te Hollanda'da doğdu. Babasının ölümü üzerine, annesiyle 1695'te Lahey'e taşındı ve annesi bir keten dokuma atölyesi açtı. Langendijk, dokumacı ve desen taslakçısı oldu ve şiir yazmaya başladığı sanatçı çevrelerine katıldı.
1708'de Frans van Steenwijk'ten çizim ve boyama dersi alan Langendijk, 28 yaşında "D'on Quichot op de Bruiloft van Kamacho"yu yazdı. Başarı elde edince kendini yazmaya verdi.
Aynı zamanda Moliere'den çeviriler yaptı ve onun tarzında yazan Langendijk, Hermanus Angelkot ile belediye başkanı Nicolaes Witsen'e adanmış bir Cato yazdı.
1722'de annesiyle birlikte Haarlem'e geri döndü. 1724-1744 arası Haarlem'e şehir sanatçısı olarak atandı ve şehir için yıllık şiirler yazdı. Annesinin 1727'deki ölümünün ardından, on bir yıl sonra ölecek olan hasta ve huysuz bir kadınla evlendi.
1747'de kitaplarının ve eşyalarının büyük bir bölümünü satmak zorunda kalan Langendijk, Haarlem'in Proveniershuis şehrinde yaşadı ve şehirde tarih yazması karşılığında kendisine bedava bir yer verildi.
Haarlem kentine yönelik yıllık şiirleri, 1745'te yeğeni Hendrik Spilman tarafından gravürlerle derlenmiş ve yayımlanmıştır.
Haarlem'in tarihi üzerine yaptığı çalışma hiçbir zaman yayımlanmadı, ancak elyazması 1765 yılında Gerrit Willem van Oosten de Bruyn tarafından kullanıldı.
9 Temmuz 1756'da Hollanda'nın Haarlem kentinde hayatını kaybeden 
Pieter Langendijk'in eserleri Karşılıklı Evlilik Aldatmacası (oyun, komedi) ve Hollandalı Tüccarların Aynası (oyun, trajedi) olarak bilinmektedir.

Derleyen: Özgün Onat

Evet, İsyan / İsmet Özel (Video)


Demirden sağnaklar altında uyur sevdiğim
göğsünde hazin ayak izleri eski Şubatların
onu yaralar kıpırdatıyor
ve o sertelmektedir yaralardan
kasıklarına boşalmaktadır nal sesleri
saçları bukleli bir çocuğu öperek uyandıran
içimize güneşler bırakan nal sesleri.
Keserle yontulmuş bir ağzı var sabahın
varınca bayrakları, marşları duyuyorum
başım çılgınca sarsılan dallarla uğraşıyor
durup dineliyorum bütün taframla
bütün taframla, bütün yumruklarım, bütün
hantal yüreklerin olduğu orda.

Kesik kolları var aşkın
döl ve inat barındıran.
Hırpanî bir okşayışla akşam
yanaşınca çocuklara
ben karakavruk yüzümün arkasında
kırbaçlayarak büyüttüğüm ağrıyı bırakıyorum
bana ne çerçilerden, çerilerden, kullardan
halksa kal'am onu kal'a kılan benim
boşanır damarlarıma yılların kahraman gürültüsü
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim.

Ay vurunca çatlatır göğsümdeki mahşeri
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim
canlarım, kollarında Parti pazubentleri
dik başlar, erkek haykırışlarla
göndere, en yukarlara çekiyorlar
en yukarlara çatlıycak kadar aşkî yüreklerini.
Yıllardır çocuk başları akıyor yamacımızdan
yıllardır balçıklı bir hayvan çeperlerimizde
kentlimiz cebinde cinayet fotoğraflarıyla sofraya oturuyor
köylü -biraz sessizlik- ne tuhaf bir kelime?
Asfalt yakıyor genzimi
asfalt adamlarını topluyor aramızdan
yıkılıp omuzdaşlarının seslerine
yıkılıp bir boran içinde toplayarak çiçeklerimi.

Ben merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir
yukardan bakarım efendilerin pusatlarına
insanların bütün sabahlarını merak ederim
gök hırpalanmaktadır merakımdan
ıtır kokan benim yumruklarımdır
benim kavgamdır o, aşk diye tanınan.

Alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara
vurulsun kösleri şu gâvur sevdamızın
vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa
Zülküf de vursun.
Yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim.






Yavuz Türk şiir anlayışını anlatıyor


Şair Yavuz Türk'le Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'ne değer görülen kitabı Sonra, Doğdum ve şiir anlayışına yönelik Varlık dergisinde gerçekleştirdiğimiz söyleşiden bir kesit...

Hayatımın bir döneminde kumaşla fazla haşır neşir olduğum bir zaman dilimi vardı. İlk gençlik çağlarında, dört yıl kadar tam zamanlı, sonraki iki yıl da yarı zamanlı olarak nakış atölyelerinde çalışmıştım. Epey sıkıntılı fakat benim açımdan çok verimli olan dönemlerdi. Bu kumaş merakı da uzun bir zaman boyunca 'profesyonel' olarak kumaşla böylesine bir ilişki kurmaktan kaynaklanıyor sanırım. Bir de kumaş denilen nesneyi ben seviyorum. İmge açısından insanı çok fazla yere gönderebiliyor.

***
Ben aslında dinin vazettiği kaderci anlayıştan farklı düşünüyorum. Bendeki kaderci anlayış sanırım biraz da kötümserlikten besleniyor. Dünyanın iyiye doğru seyredeceğine dair inancım çok zayıf.

***
İnsanın yaşadığı her çağda, ölümü hiçbir zaman aklına getirmeden saçma sapan bir karmaşa ve hırs çemberi içinde yaşayıp gittiği duygusu var. Diğer yandan, ben de dahil olmak üzere, yaşadığımız coğrafyada başımıza gelenlerden ders almama gibi tuhaf bir özelliğe sahibiz. (...) Bütün bunlar olurken, ya kalıp bunlarla ölümüne mücadele etmeyi seçeceğiz ya da kendi kuytumuza biraz daha çekilip üzülmeye ve bu esnada da akıl sağlığımızı korumaya çalışacağız. Ben işin kötüsü, ikinciye daha meyilliyim. Doğru bir şey değil, ama bir noktadan sonra şair-özne şuna dönüşüyor: Kendi kabuğuna (veya tercihen fildişi kuleye) çekilmiş, etrafında olan bitene, insanın gidişatına bakarak kederlenen ve bu kederlenmeye kendi ontolojik meselelerini iyice yedirerek şiir söyleyen bir garip âdem. Velhasıl, "coğrafya kaderdir" mefhumunu her gün daha fazla hissettiğimiz bir harita parçasında yaşıyoruz. Öyleyse, küçük ve sevimsiz bir kelime oyunuyla şöyle de diyebiliriz: Coğrafyanın aynı zamanda keder olduğu bir yer burası.

***
İnsan yaşadığı hayatı iyileştirmek istiyor. Bu kaçınılmaz. Ama biz her taze heveste, bir yandan da ortaya çıkan yeni sorunlarla da uğraşmak durumunda kalıyoruz. Ada, insanın kaçmak istediği, ama sorunlarla boğuşmaya devam ettiği bir yer. İşte bu yüzden daha doğarken o ada ütopik değil, distopik bir yer olarak çıkıyor ortaya. Distopya bir kurtarıcı olabilir mi insan için, emin değilim. Olsa olsa bir son uyarı, köprüden önce son çıkış levhası. Benim için ise biraz teselli anlamına geliyor. Eğer görebilirsek, 30-40 yıl sonra dünya daha korkunç bir hal alacak; buna hiç şüphe yok. (Söyleşinin tamamını aşağıdaki görsele tıklayarak okuyabilirsiniz.)

Antonin Artaud: Klasik tiyatrodan vahşet tiyatrosuna

Bir tiyatro gösterisinde jestler, sesler, olağandışı dekor ve ışığın bir araya gelmesiyle sözcükleri aşan bir dil oluşmaktadır. Amaç, düşünce ve mantığı altüst eden bu dilden yararlanarak izleyiciyi sarsmak, ona yaşadığı dünyanın alçaklığını göstermektir.

Gerçeküstücülüğün kuramcılarından olan, Fransız oyun yazarı, oyuncu, yönetmen ve şair Antoine Marie Joseph Artaud, bilinen adıyla Antonin Artaud, 4 Eylül 1896'da, Marsilya'da doğdu.
Artaud'nun ailesi İzmir'den göç etmiş Yunanlılardandır. Dört yaşında geçirdiği menenjit hastalığı onu ergenlik dönemine kadar takip etti.
Klasik 'burjuva' tiyatrosunun yerine, bilinçaltının özgürleşmesi ve insanın kendini anlaması için ilkel bir ayin niteliğindeki kendi yarattığı vahşet tiyatrosunu koymaya çalıştı.
Artaud, Paris'te oyunculuk eğitimi gördükten sonra ilk kez Aurélien-Marie Lugné-Poe'nun Théâtre de l’Oeuvre adlı dadacı-gerçeküstücü tiyatrosunda sahneye çıktı. Gerçeküstücülerin önderi şair André Breton, Komünist Partisi'ne bağlandıklarını açıklayınca, hareketin asıl gücünün siyaset dışında olduğuna inanan Artaud gerçeküstücülerle bağlarını kopardı.
Kendisi gibi gerçeküstücülerden kopmuş bir oyun yazan olan Roger Vitrac'la birlikte Alfred Jarry Tiyatrosu'nu kurdu. Kısa süre ayakta kalabilen bu tiyatrodan sonra Abel Gance'ın Napoléon adlı filminde (1927) Marat rolünü oynadı. Carl Dreyer'in klasik filmi Jeanne d'Arc'ın Çilesi'nde (1928) ise bir keşiş rolünde göründü.

DÜNYANIN ALÇAKLIĞINI GÖSTERMEK

Artaud, Vahşet Tiyatrosu Bildirgesi (1932) ile Tiyatro ve Sureti (1938) adlı yapıtlarında, oyuncu ve izleyicinin bir büyü ayinindeki gibi, aynı duyguları paylaşması gerektiğini belirtir. Bir tiyatro gösterisinde jestler, sesler, olağandışı dekor ve ışığın bir araya gelmesiyle sözcükleri aşan bir dil oluşmaktadır. Amaç, düşünce ve mantığı altüst eden bu dilden yararlanarak izleyiciyi sarsmak, ona yaşadığı dünyanın alçaklığını göstermektir.
Ne var ki Artaud'nun yapıtları, birer fiyasko olmanın ötesine geçemedi. Çünkü 1935'te Paris'te oynanan Les Cenci, dönemi için fazlaca cesur bir girişimdi. Bununla birlikte görüşleri, Jean Genet, Eugène Ionesco ve Samuel Beckett gibi yazarların uyumsuzluk tiyatrosu ile çağdaş tiyatroda dilin ve usçuluğun egemenliğini reddeden bütün akımları önemli ölçüde etkiledi.
Öteki yapıtları arasında Meksika’yı ziyaretinden sonra yazdığı Mexico (1936), Van Gogh, le suicidé de la société (1947), Héliogabale, ou l’anarchiste couronné (1934; Elagabalus ya da Taçlı Anarşist) sayılabilir.
4 Mart 1948'de, Fransa'nın Ivry-sur-Seine kentinde hayatını kaybetti.

Derleyen: Özgün Onat

Edip Cansever 'Ben Ruhi Bey Nasılım'ı anlatıyor


Edip Cansever, 1976 yılında yayımladığı Şairin Seyir Defteri kitabında yer alan "Ben Ruhi Bey Nasılım" isimli şiirini TRT’de anlatıyor.




Suret'in yeni sayısının teması 'Sapkınlık'

İthaki Yayınları tarafından yayımlanan 6 aylık Psikokültürel Analiz dergisi Suret, yeni sayısında 'Sapkınlık' temasını işledi.

Önceki sayılarında 'Atalar, Babalar, Hayaletler', 'Örtü, Örtünme, Hakikat', 'Psikanaliz, Nörobilim, Felsefe', 'Yeni Türkiye Sineması', 'Bir Yüzyıl Daha mı?' ve 'Tekinsiz' gibi ilgi çekici dosya konularını işleyen 6 aylık Psikokültürel Analiz dergisi Suret'in 10. sayısı 28 Eylül'de piyasaya çıktı.
Yeni sayısında temanın 'Sapkınlık' olarak belirlendiği Suret'te, okuyucuları konuya ilişkin çok yönlü yazılar beklerken, Portman Kliniği'nde uzun süre çalışan Ülkü Gürışık ile yapılan söyleşi de oldukça merak uyandırıcı görünüyor.
Dergide sapkınlığın tanımına ve hangi görünümler altında karşımıza çıktığına yoğunlaşan yazılardan bazıları şöyle:
- Cinsiyetlenme ve Fantezinin Mantığı: Ceren Korulsan
- Sapkınlık nedir? "Gayet iyi biliyorum ama yine de...": Özgür Öğütcen
- Sapkınlıklar ve Neoliberalizm: Ceylin Özcan
- Sapkınlıklara Giriş: Özge Soysal
- Yeryüzü Mutsuzluğu: Hakan Kızıltan
- Başlangıçta Sapkınlık Vardı(r): Hakan Kızıltan – M. Bilgin Saydam
- Ülkü Gürışık ile Söyleşi: Sapkınlık ve Klinik Görünümleri
- Piyanist’in İçsel Müziği: Özden Terbaş
- Şey; Bana Hem En Mahrem Hem de Yabancı Olan: Sevinç Beyza Toktay
- Sapkın İlişkilenmeler, Toplumsal Yadsıma ve Duvar Üzerine: İlker Özyıldırım - Barış Özgen Şensoy

'Kavuşamazsan, aşk...' | 'Zor Sevdalar' yeniden raflarda

Calvino'nun on üç yolculuk hikâyesini kaleme aldığı Zor Sevdalar, Semin Sayıt - Rekin Teksoy çevirisi ve YKY etiketiyle bir kez daha raflarda...

Italo Calvino Zor Sevdalar kitabında arzunun nesnesine yapılan on üç yolculuk hikâyesi anlatıyor. Yalnızlık, iletişim sorunları ve sessizlik eşliğinde aşkın hep bir kavuşamama hali olduğunu yalın ve etkileyici bir dille fısıldıyor.
Rekin Teksoy ve Semin Sayıt'ın çevirdiği Zor Sevdalar, Calvino ile varlığın derinliklerinde müthiş bir gezinti...
"Düşte belleğin derinliklerinden gelen bir varlığın ilerleyip kendini tanınır kılması, ardından hemen beklenmedik bir şeye dönüşmesi, neye dönüşebileceği bilinmediği için, daha dönüşmeden önce bile korku vermesi gibiydi."
(Italo Calvino, Zor Sevdalar, Çev.: Semin Sayıt - Rekin Teksoy, Yapı Kredi Yayınları 2018, Öykü, 112 s.)

ITALO CALVINO KİMDİR?
15 Ekim 1923'te Küba'nın Santiago de las Vegas kentinde doğdu. 19 Eylül 1985'te geçirdiği beyin kanaması sonucu İtalya'da Siena'da yaşamını yitirdi. Genç yaşta Küba'dan İtalya'ya göç etti. Kurmaca yazarlığının yanı sıra, İtalya Komünist Parti üyeliği, Einaudi Yayınevi'ndeki göreviyle tanındı. Gazetelerle çeşitli dergilerde yazılar yazdı.
II. Dünya Savaşı sonrası İtalyan kültürünün en önemli adlarından biri oldu. Birçok edebiyat ödülü kazandı. 1960 yılında yayınlanan I Nostri Antenati (Atalarımız) adlı kitabında yer alan fantastik öyküleriyle uluslararası bir üne ulaştı.
1950'lerde fantezi ve alegoriye yöneldi. Yazdığı üç anlatı ününü pekiştirdi: İkiye Bölünen VikontAğaca Tüneyen Baron ve Varolmayan Şövalye. Bilinçakışı yöntemiyle yazdığı ve evrenle insanların yaratılışını konu alan Kozmokomik Öyküler'den Marco Polo - Kubilay Han ilişkisi çerçevesinde arzu, bellek, yaşam, ölüm gibi temaları büyük bir incelik ve şiirsellikle işlediği Görünmez Kentler'e; yazma ve okuma etkinliğini, okurun anlatı sanatıyla karmaşık ilişkisini ele aldığı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'dan, İtalyan masallarını derlediği ve kendisi açısından bir tür anlatıda ekonomiklik alıştırması olan Fiabe Italiane'ye (İtalyan Masalları) birçok yapıtı içeren yazarlık yaşamının son ürünü Amerika Dersleri.

CALVINO'NUN TÜRKÇEDE YAYIMLANAN ESERLERİ
- Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (1990)
- Palomar (1991)
- İkiye Bölünen Vikont (1991)
- Amerika Dersleri (1994)
- Ağaca Tüneyen Baron (1995)
- Jaguar Güneş Altında (1997)
- Varolmayan Şövalye (1997)
- Kesişen Yazgılar Şatosu (1997)
- Gözlemci (1998)
- Savaşa Giriş (1998)
- Kozmomik Öyküler (1999)
- Zor Sevdalar (1999)
- Karga Sona Kaldı (2000)
- Sıfır Zaman (2001)
- Görünmez Kentler (2002)
- Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler (2004)