26 Aralık 2018 Çarşamba

Kendi gurbetinde kalanlar


Çok yorgunsun değil mi? Hayatına gönüllü alıp da şimdi gönülsüz taşıdıklarından. Boğazında bir düğüm hissediyorsun. Bütün yük orada toplanıp olanca kuvvetiyle seni boğuyormuş gibi geliyor sana... Kendini boğulmaktan kurtarmak istiyorsun, sırtının tam ortasında beliren ağırlık seni mecalsiz kılıyor, hareketsiz bırakıyor. Kolların bile seni kucaklayamayacak kadar yorgun düşmüş. Ayakların, senin ağırlığına karşı dirençsiz. Bu yüzden istiyorsun ki bir ses olsun yanında, senin sesini senden çıkartacak. İstiyorsun ki bir el olsun elinin yanında, omzunu sıkıca kavrayacak. Bu yüzden istiyorsun ki biri olsun yanında, sırtındaki yükten ziyade, ruhundaki ağırlığı alacak.
O birinin geldiğini nasıl anlarsın biliyor musun? Tek bir kelimenin çıkmamak için direndiği boğazından tüm kelimelerin özgürce uçmak istediğini fark ettiğinde. Artık hiçbir şeyin ağırlığını eskisi gibi hissetmediğinde. Ve taşıdığın şeyin, sana sevgiyle dokunulduğunda senden uçup gittiğini fark ettiğin zaman.
Peki o birileri olmasa da kendine yine de destek olmaya var mısın? Kendine bir hazineymişsin gibi yaklaşmaya... Şefkati önce kendine gösterdiğinde, sevginin tohumunu önce sen kendine ektiğinde, göreceksin ki yağmurun bereketi gibi yağacak üstüne seni yeşertecek olanlar.
Hem biliyor musun? Bizim başımıza gelenler kendimizden uzağa gittiğimiz için oluyor. Bunu şöyle düşün. Kapını kilitlemeden evinden uzaklaştın ve evine bir daha dönmedin. Etraftan geçenler evi bir süre takip ettiler ve oraya kimsenin girip çıktığını görmeyince sahipsiz sandılar. Bunların bazıları camı kırdı, bazıları kapıyı, birçoğu da bahçesindeki çiçekleri talan etti, bir kısmı da evin içinde ne var ne yoksa alıp götürdü. Geriye kalan tek şey, bahçesinde kurumuş çiçekleriyle kalan yıkık dökük bir ev oldu.
Kendinden uzaklaşmak da böyle bir şey. Yaşadığın her şeyi taşıyorsun ama onu bırakacak yer bulamıyorsun. Evinden, yani kendinden de uzaklaşmışsın, yükler biriktikçe birikiyor üzerinde ama onları öyle her yere bırakamayacağını da biliyorsun. Evindeymişsin gibi hissettiren insanlar bu yüzden güzeldir. Her köşesinde huzur bulursun. Eve yayılan ekmek kokusu gibi gülümsetir seni. Pencereden giren güneş ışığı gibi ısıtır içini. Kendi evinmiş gibi güven duyarsın. Ama sen yine de evinden çok uzağa gitme!
Bir başkasına ait başka evler de çıkabilir karşına ama, bir müddet sonra kendini o evin misafiri gibi hissedersin. Yükünün ağırlığını unuttuğun o eve bir başkasını eklersin. Konuşamazsın da boğazın düğümlenir. Çünkü orasının evin olmadığını bilirsin. Otursan rahat etmez, kalksan ağırlığından ayağın diremez. Gitmek istersin dışarısı soğuk, kalmak istersin içinde koca bir boşluk.
Hayatın bir garip oyunudur bu işte. Bizi mutsuz eden şeylerin, bir zamanlar onların mutlu olma sebebimiz olmaları.
Şimdi kendine dön ve kendini kucakla! Sen kendi evindeki ışığı yakarsan, evinde bir hayat olduğunu göstermiş olursun. Nasıl ki sen karanlık bir eve girmek istemezsin, bir başkası da bundan ürkebilir. Her ne kadar ışığıyla aydınlatsa da kendi ışığınla evin daha da aydınlanır.
Evindeki ışığı yak, sıcak bir çay koy kendine. Pencerenin önüne geç ve üstüne bir örtü al. En sevdiğin müziği dinle. Sen ışıldat kendini ki görünesin.

Jasmin

Leaving the ark


Ey ışık yüklü sabahlar!
Hafifçe bükülen zaman, durgun sular ve öleceği günü bekleyen çocuklar, sonlu bir rüyanın sisleri. Derinliği yok mutluluğun, buna inan. Karanlık artık çünkü bütün gökleri yeryüzünün. Kapalı pencereler ardında bırakılan renkler ve bir ayete bakan gözlerimiz. Duyusal taşkınlıklarla körleşen bellek. Değirmenler, buğday tarlaları ve sesimizdeki açlık. Aynı şey olmak içindi aydınlık ve karanlık yüzler. Belirsiz derinliği ile bir uçurum. Ölü balıklar gibiyiz, simsiyah gözlerimizle.
Hep bir şeyler bekler gibi bu yeryüzü, bu toprak. Atlas çiçekleri ve çöl. Bir sıtmalının bakışı gibi titreyen dünya. Kaybedilmiş gerçek, kapalı kapılar ve sürgünde iç çeken kalbi Tanrı’nın. Gelip giden sesler, akasya ağaçları ve çay kokusu.
Artık yalnız, eski, ışık yüklü yıldızlar gömülünce karanlığa, bir şeyi unutup geri dönen ve hep bir yere bakan çocukluğumuzun kaygan yüzeyleri ve ulaşılması zor balkonları aklın.
Kaybolan yüzler, sahte karşılaşmalar ve buharlaştırılan elementleri ruhun. Kaybedilen perspektif, kaybedilen boyut. Görünür kılınabilir mi gerçek? İnsansız düşler, ışıksız evler. Çizgi ve renkten yoksun, karartılmış ufuk, imgesel tasvirler ve Rocinante’nin sıska bedeni üzerinde titreyen Shakespeare.
Kendi aklının kopyasıdır her deli.
Kutsal bir çemberdir bu, yeni anlatılar alır eskilerin yerini.

A. Arslan

VİDEO-KLİP | İsmet Özel / Partizan




Büyükkentler ve meret makineler


Malatya’nın en yüksek dağlarından biri olan Ayrancı dağlarının zirvesindeki köyden; oyuncakların, şekerlerin, kitapların ve rengârenk kalemlerin satıldığı şehir hayatını merak eder, o hayatı yaşayan çocuklara imrenirdim.
Üretemediğimiz temel ihtiyaçlarımızı almak için sadece büyüklerimizin gidebildiği, anlatıldığına göre “sadece paranın egemen” olduğu şehre çok az gidebildim.
Yılda bir kez gidebildiğim, yolculuğa günler öncesinden hazırlanırken uykusuz geçen gecelerimi anlatamam.
Akşam günbatımında elinde iki fileyle köy dolmuşundan inen babamın yolunu gözler, onun getireceğinden emin olduğum iki şeye bayılırdım.
Benim hisseme düşen bir avuç yumuşacık lokum ve babamın satın alırken verdiği, paraya acımadığı kitaplar.
Buna rağmen derslerde başarısız olma ihtimaline karşı, okul kitapları hariç okuma yasağı, öğretmen de olan babamın tartışılacak kararı, işe yaradı mı? Hayır...
Beni kitap okumaya teşvik eden babamın bir taraftan da yasaklayan bu zihniyeti beni ikilemde bırakırken saçma kararlarını eleştirir, kendimce suçlardım.
Aslında haksız da sayılmazdı.
Önce sayfaları baştan sona resimlerle dolu, her sayfasında birkaç cümle olan kitaplarla başladı her şey...
Ardından Reşat Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin, Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal'in kitapları ile çocuksu, küçücük dünyamın sınırları dışına taşmış, bir yıldız gibi ışıkları sönüp yanan şehir hayatını bu kitaplardan öğrenmeyi sürdürmüş, Rus yazarların klasik eserlerini okumaya başladığımda sıradan bir köylü çocuğu olmaktan çıkmış, imrendiğim çocukların yaşamlarını tanımış, artık onlar gibi, yani "şehirliler" gibi düşünmeye başlamıştım.
Elime bir şekilde geçen Çehov’un küçük küçük hikâyelerinden oluşan Bozkır isimli kitabı hayatımdaki dönüm noktalarından biridir.
Kitabın içerisinde geçen, sıralı iki kelimeden oluşan bir tanımlama:
"Meret makine".
Yani üreten değil de habire tüketen bir insanı anlatan sihirli bir kelime...
Bu sözcük bana Türk yazarlarda rastlamadığım farklı bir bakış açısını görmemi sağlamıştı.
"Kuşlar ötüyordu, köpekler havlıyordu, tavuklar gıdaklıyordu" diye tasvir edilen bir romanın sayfalarını doldurmaya çalışan laf cambazı bir yazarın sahtekârlığını ve sıradanlığını Çehov’un Bozkır eserinde çok daha iyi keşfetmiştim.
Hikâyedeki kahramanın karısına hitaben söylediği şey tam anlamıyla muhteşemdi.
Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte "yaşamak için çalışmak" zorunluluğuna uymakta zorlanan bir kişiyi anlatan en güzel tanımlamaydı bana göre.
Beni düşünmeye, hayal gücümü zorlayan bu tanımlama, sayfalar dolusu betimleme sanatından çok daha verimliydi.
İmrendiğim şehir hayatının en büyük parçasını oluşturan makinelerin güdümünde kaldığımızı ise bu yaşta, İstanbul’da henüz yeni öğrendim.
Ne de doğru söylemiş...
Birkaç kelime ile beni yıllarca düşünmeye zorlayan, örneklerini görerek bana Çehov'u hatırlatan "meret makine" derken bir şeyin daha farkına vardım.
Yazar, meğersem çağımızda bile başımıza geleceklerle ilgili öngörüde bulunmuş...
Hayatımızı kolaylaştıran makineler... Ve bu arada ömrümüzü tüketen "meret makine"li bir yaşam.

Levent Yetkin

Çocukluğumdan gelen tulum sesleri


Pek fazla oyuncağım olmadı benim. Konuşmayı tamamen söktüğüm vakit, babamdan almasını istediğim ilk oyuncağım bir kalem olmuştu.
Gırgır dergisinde Oğuz Aral’ın çizdiği Utanmaz Adam’ın konuşma balonunu karaladım elime geçen ilk kalemle, içinde ne yazdığını bilmeden.
Belki de o olmak istemiştim, ya da benim sözlerimin yazılı olmasını o balonların içinde? O olamadım, ama sözlerimi balonlara yazdım hep türlü türlü biçimde. İpini bıraktığım uçan balonlarla beraber gökyüzüne yükseldi kelimelerim.
İnatçı bir çocuktum, akranlarımın en inatçısıydım belki de. Kolay kolay vazgeçmezdim kafama koyduğum ve yapmak istediğim hiçbir şeyden.
Tuttuğumu koparmaya, kopardığımı onarmaya, onardığımı da muhafaza etmeye bayılırdım. Yetenekli değildim aslında, hatta beceriksiz bile sayılırdım. Ama mücadeleciydim işte, her ne kadar kaybetmeye mahkûm olsam da bir işin ucuna yapıştım mı, ya bozana ya da başarana kadar bırakmazdım. Konuşmayı çok erken söktüm, ama susmayı çok geç öğrettiler bana.
Mavi göbekli misketleri severdim en çok. Bazen güneşe karşı tutardım, bir başka âlem görünürdü gözüme. Hiçbir renge benzemeyen bir tonda, belli belirsiz ormanlar keşfederdim güneşin gözümü alan ışıkları içinde; sonra gözüm kamaşır, dönerdim dünyadaki sahte özüme. Çok kavgalar ettim çook, mızıkçıya çıkmıştı adım bir ara. Günlerce ağladığım da oldu bu yüzden, ağlattıklarım da.
Hayali bile imkânsız çocukluğumun şimdi; o kadar uzun zaman geçti ki üzerinden, o günleri hatırladıkça hafif bir ürperti gelir, okşar, öper yüreğimin en gizli yerinden.
Zamanla sustukça, gizledikçe hislerimi, doldu taştı dağarcığım kelimelerle. Zamansız imkânsızlıklara meyletti hayal dünyam, orada kurdum memleketimi ve fısıldayarak tüketmeye çalıştım küflenmeye yüz tutmuş sözlerimi.
Duymadı kimseler, hiçbir şey anlamadı benden başkası. Kahkahalar attım kimi zaman oradan, kimileri deli olduğumu düşündü, kimi ise aceleyle uzaklaştı yanımdan.
Konuşulanlar ve duyulanlar arasına set çekti bazen rüzgâr, ulaşmadı doğru kulaklara anlatmak istediklerim. Zaman içinde kayboldu haykırışım, döndükçe dünya,  midesi bulandı ve kurşunların üzerine kustu cümlelerim.
Şakaklarımın üzerine düşen aklarda gizli çocukluğumun dikenli çay bahçeleri. Ümitlerimi hep o çay bahçelerinin kenarındaki çam ağaçlarının altında paylaştım kardeşlerimle, kozalak kozalak. Şimdi o günlerden gelen nağme nağme tulum sesiyle, dikenler halinde birer birer gökyüzüne uçuyor hayallerim. Zıplayıp yakalamaya çalışırken en yakınımdakini, yaşarıyor gözlerim, tutmuyor ayaklarım ve bir serçenin kalbi gibi titriyor nasırlı ellerim.
Sert esen rüzgârda, yitip giderken tulumun sesi, kulaklarıma ağıtlar içinde bir çocuk gülüşü bırakılıyor kundaklanarak.
Kimbilir hangi sevdanın çalınmış gülüşüdür bu, kimbilir belki de bir şairin zihninde beslediği Anka kuşunun son ötüşüdür bu.


Mehmet Ferah

(Bu öykü, Mehmet Ferah'ın Düş Vadisi isimli kitabından alınmıştır.)


21 Aralık 2018 Cuma

Kapı (Öykü)


Sen gidersen ne mi olur? Belki biraz üzülürüm. Bir müddet özlerim de. Sabahları biraz daha geç uyanırım. Gözlerim pencerenin bana açtığı sayfayı görmez. Kalkarım yataktan yüzümü yıkarım. Onunla göz göze gelmemi bekleyen ayna beni izler. Kahvemi soğuk içerim belki. En sevdiğim tokalarımı da takmam. Saçlarım yüzüme dökülür, ayırmam döküldüğü yerden. Ayaklarım kapının eşiğinden döner, Kollarım kapının kolunda kalır. Kapıda dururum bir süre, gidişini tekrar tekrar izlerim. Yüzün görünmez yüzüme. Sesini duyarım kafamın içinde. Gözlerim nemlenir biraz. Masamın başına döner bir defter alırım elime. sayfalar dolusu resimler çizerim. Hiçbirinde de kapı olmaz. Sıkılır kalkarım. Kapıya doğru giderim. Aklıma odada yere düşen kâğıt parçası gelir. Onu alıp atmak için geri dönerim. Oyalanırım bir süre. En sevdiğim kekin tarifini bulurum sonra. Kek yaparım. Çayımı ocağa koyar, güzel bir film izlerim. Film biter. Kalkıp yürürüm evin içinde. Dururum kapının karşısında kapıya doğru gider ve gidişini tekrar izlerim, giderken yüzüme bakmayan yüzün görünür bana. Hoşça kal! diyen bir ses çınlar kulaklarımda.
Sonra sonra... Açarım kapıyı seni sessizce uğurlarım. Hiç tutmadığım elini sıkar. Hiç giymediğin ceketini uzatırım. Kapıdan gidişini izler içeri koşarım. Gözyaşlarım dökülüverir gözümden. İçimde bir acı hissederim. Gözlerim pencerede kalır, gider pencereyi açarım. Yeni sayfayı kabul ederim hayatıma. En sevdiğim müziği dinlerken, en sevdiğin yemeği yaparım. Elime telefonu alır, seni ararım. Konuşuruz bir süre, sevdiğin yemekten bahsederim. Bekleyişim uzun sürmez. Kapı çalar, koşarak kapıyı açarım. Gözlerine ekerim gülücüklerimi...
"Sen gidersen ne mi olur," diye sormuştum ya kendime; gelişini hiç bilmedim ki!
Ama sen yine de gitme oldu mu!
Jasmin

19 Aralık 2018 Çarşamba

VİDEO-KLİP | Yalnızlık Paylaşılmaz / Özdemir Asaf



Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan..
Dışından anlaşılmaz.

Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan..
Paylaşılmaz.

Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.

Klişe ama seyirlik bir dizi: 'Élite'

Türkiye’de Netflix dizilerinin izlenme oranları gün geçtikçe artıyor. Çünkü yapımcılar insanların ilgi alanlarına girebilecek konuların bilincine ulaşmış durumda. Şahsen belli bir kitleye uygun senaryolar çıkarmak o kadar da güç değil. Şöyle ki, gerek içerik olsun, gerek senaryo olsun genellikle klişe ve standart, bildiklerimizin dışına her zaman çıkmasa da bu algıyı kıran farklı içerikler de yok değil tabii.
Netflix çıkardığı her yapımla adından bahsettiriyor mu; valla ne yalan söyleyeyim, bahsettiriyor. Ben de şimdi tam bu konuya değinecektim. Yeni bir diziyle daha karşımıza çıktı. Son zamanlarda yayınlamakta olan ve oldukça ilgi gören çerezlik bir dizimiz var: Élite.

'UFAK TEFEK CİNAYETLER' VE '13 REASON WHY' TADINDA BİR DİZİ
Dizi, ortaokul kızlarının rüyalarını süslüyor. Zengin, züppe erkekler, havalı kızlar ve güzel bir okul falan. Bir kız var, diğerlerinden farklıyım havalarında (dipnot: Küçük Sırlar Su!). Burslu öğrenciler falan var; tahmin edersiniz ki ezikleniyorlar (yazmama gerek var mı?). Tam böyle ergen dizisiymiş diyerek izlerken hoop Ufak Tefek Cinayetler ve 13 Reason Why esintileri başlıyor. Sonunda ne olacağını baştan bilmek, sanki Kırmızı Pazartesi kitabını okuyormuşum gibi bir his kattı bana, yalan söyleyemem.
Fragmanını izlediğimde çok heyecanlanmıştım ama biraz da hayal kırıklığına uğramadım değil. İzler miyim; izlerim. Çünkü yarıda bırakılacak bir dizi değil kanımca. Ama eleştirilerimi de göz ardı etmem asla, ben de böyleyim.
Mesela şu Müslüman kızı çok yanlış lanse etmişler. Lanse etmekten kastım karakterin yaptıkları değil; ama senaristler keşke Müslüman karakterleri yazarken gerçekten böyle bir hayatı yaşayan insanları biraz gözlemleseler. Ayrıca Skam dizisinde de görüldü bu, neden birinin Müslüman olduğunu belirtmek için başörtüsü takıyorlar? Yani illa Müslüman bir karakter işlemek istiyorlarsa diğer türlü de işleyebilirler diye düşünüyorum.
Ama yine de dizi kendini izlettiriyor mu? Evet, bence izlettiriyor. Müzik içeriği de fena değil, uydurmuşlar bence. Evet evet, sevdim.

Dizinin konusunu öğrenmek ve Dorian'ın yazısının tamamını okumak için aşağıdaki görsele tıklayın!

18 Aralık 2018 Salı

VİDEO | 'Peru'da halk polisleri dövüyor... Aşktan...'

İsmet Özel, Turgut Uyar'la 1964 yılında şiir üzerine yaptığı bir konuşmayı ve şairin şiir anlayışını anlatıyor.




Delinesir


Ey sessizlik!
Ey aydınlığı düşlerin ya da unutulmuş karanlığı zamanın.
Sunaklar, vaftiz çanakları, akıtılan kan.
Ortaçağ hastaneleri, manastırlar. Ve gerçekliğin bir parçası olarak delilik. İnsan bedenine paralel zamanlar, paralel dünyalar. Kafesli pencereler, doğal yaşamın trajedileri, tuhaf aksaklıklar ve ıslah edilmeyi bekleyen hayat.
Çağırarak işte her şeyi yeniden, çağırarak güzel ve iyi ne varsa, tek odalı bu yeryüzünde, anımsıyorum kaderi.
Salınan bir evrenin ışık ve gölgeleri arasında büyüyor elleri ve ayakları kadınların. Ve sanki hiç kımıldamadan sürüyor hayat.
Bir başka anın soluğu ya da canlı boşlukları ruhun. Ve hep iyi giyimli susan erkekler ve susan kadınlar.

Ey kutsal akıl!
Bir büyük buluşmanın olanaksızlığı, amaç yokluğu ve rastlantı. Yıkımın akıldışı yaratıcılığı ve hayalin, çölün, akan suyun normalleştiği bir hikâyenin kurgusu.
Hava öyle yumuşak, ışığın ve renklerin kolaylığıyla gelen devinimi kehanetin, yaşıyor olmanın o her şeyden sonra geride kalan hüznü. Tersine çevrilmiş hali o korkunç karanlığın. Göğün rengiyle yıkanan sabahları yeryüzünün.

Ey gelecek günlerin karanlık yazgısı!
Ey dudaklarımızda titreşen acı!
Unut iyi sözcüklerini başka seslerin, başka zamanların; uğultuları, ateş dalgalarını ve kıyılardan dağlara kandan zincirlerle çekilen atlarını tenin. Bakıp duruyor gözlerim, karanlık sabahına ölümün. Ak keten, rüzgârda eğilen yürek ve beyaz bir ülke. Orada olmak ve boyun eğmek çığlığına gerçeğin. Tümüyle yalnızken ve yankılanırken ses korkunç vadilerinde düşlerin, neşeli dualar ve işte Babil’in yıkık kuleleri.

15 Aralık 2018 Cumartesi

USTA İŞİ | Saatların tıkırtısı


Tabelâcı dükkânının önünde yaş yaş, kurusunlar diye duvara dayanmış iki levha vardı. Baktım birinde “Saatçı A. Yayladan” yazılı. İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıda saatçınındı bu levha, sormuş öğrenmiş gibi biliyordum bunu. Küçücük dükkânın önünden her geçişimde hep aynı hüzün kaplardı içimi. Bütün gün orada oturan benmişim gibi. Yolun çarşılığından kurtulup evlerinin başladığı ucundaydı dükkân. Daracıktı. İçi karanlıktır diye düşünürdüm. Saatçının hikâyesini yazmak istiyordum.
Karşıya geçtim. Saatçının kapısındaki cama dayadım burnumu, içeriye baktım. Loştu. Saatçı bir masanın ardında oturuyordu. Gözlüklüydü. Bıyıksız oluşuna şaştım. Kafamdaki bıyıklıydı. Gözlüklerinin üstünden dik dik bakıyordu bana. Hoşuma gitti. Çekildim. Başka biri olsaydım belki dükkâna girer, saatimi çıkarır, “Usta, günde üç dakika geri kalıyor bu,” derdim. O saati ayarlarken ben dükkânın girdisine çıktısına bakardım. Birkaç soru da sorardım saatçıya. Hikâyenin olayı daha baştan kafamda hazır olurdu. Değişmezdi bu: Belediye Başkanı, onarsın diye saatini gönderecek odacıyla. Saatçı parçaları silecek. Aksilik bu ya, silerken çarklardan biri elinden düşecek. Tabandaki tahta yarıklarından aşağı girecek. Saatçı saati ödemeye hazır; ama başkan düşman kesilecek ona. Sağa baktın suç, sola baktın suç. Sonunda dükkânı kapattıracak saatçıya.
Sevmem bu çeşit hikâyeyi, yalanmış gibi gelir bana. Belediye başkanı saatini hiç bu çarşı ucundaki saatçıya gönderir mi? Büyük caddede, pencereleri yeşil demir parmaklıklı yeni açılan bankanın karşısındaki bilmem ne acentası saatçıya gönderir. O dükkânın tabanı tahta değil, parkedir. Düşen çark bulunur. Genel Kitaplık memurunun saatini dört liraya silen o saatçı başkandan iki lira ister.
Ben saatçıya soru sormak gereğini de duymuyorum. Yalan söyleyeceğini biliyorum. “İşler nasıl ustam?” desem gözlüklerinin üstünden kuşkuyla bakar bana. “Kim bu herif? Neden soruşturup duruyor? Vergimi artırmak için mi gönderdiler bunu?” diye düşünür. “Kötü, kötü,” der. Ne soracağım ona? Evli olduğunu, çocuğu olmadığını, çocuk istemediğini de biliyorum. Bütün uyanık düş görenler gibi o da az bencildir. Dükkânın içini göreceğim de ne olacak? Duvarlarda durmadan işleyen saatlar asılı olduğunu bilmek bana yeter. Adını da bilmek istemiyorum. Soyadıyla dükkânı arasındaki zıtlık içimi burkuyor. İzmir fuarındaki sırtlanı düşünüyorum. Kafesinin beton tabanı çepeçevre aşınmış; gezinmekten. Aşınan yer kafesin en uzun yolu. Adını öğrenmekten korkuyorum. Tabelâcının önündeki levhada ‘A. Yayladan’ yazılı. “Ali ya da Ahmet’tir” diyorum içimden. Birisine sorsam? Sormam. Abdülkerim deyiverir de üzülürüm.

14 Aralık 2018 Cuma

Ayinimi kutsuyorum (Şiir)


Şşşşşş
Susun!.. Susun diyorum size...
.
Susun artık susun...
Anlamıyor musunuz? ...
Susun..! Susun..! Susun.!.
...Susun..!!
.
....Susun yeter susun..
....Susuuunnnnnnnnn....
O geçiyor...
Ayak seslerini duyamıyorum...
...Duya....
.......mı..yo..rum....
.
 (Sessizlik)
Ayinimi kutsuyorum...
Sarhoş... Bir kadın... Bir bira. Bir mum.
...Bir sen...
Bir de "Mektup Okuma Birimi" geçiyor aklımın ucundan...
.
İçimden düşüyor.
.düşüş..
...düş..
.
İçimden;
elmaşekerlerimiz düşüyor yerkabuğunun göğsüne...
..Mayhoş... Tatlı... Masalsı..
....Çok Kırmızı... Ellerimiz... Dudaklarımız..
İçimden parmak ucu...
 Bedenimi sarsan dokunuşu geçiyor...
"Çok demirparmaklı.."
....Çok gardiyanlı..
.......Çok soğuk... çok...
.
"İtoğlu itin gardiyanı" 
İşkencelerden ruhumu ezmiş orospu çocuğu...
...
.
Sokak lambaları kalsın;
Yağmurlar da yağsın...
Yollar uzasın; annemin rahmine silbaştan...
Otobüsler hep baktığım yöne aksın...
..
Işıkları kapatın laan...
....Işıkları....
Ayinimin tadı kaçıyor...
Pia

Mutsuzluğa giriş


(Bir)
İç içe geçip küçük su halkaları gibi genişleyip dağılan, büyüyen ve yok olan caddeler tanıdım. Sınırları çizilmiş mekânlar gördüm. Şiirler buldum.
Birbirine açılan sokaklar vardı, birbiriyle konuşan ağaçlar, birbirine yaslanan betonlar.
Birbirinin aynısı yüzlerce insan girdi hayatıma; bakışları bulanık, gülüşleri çiğ; şarkıları boğucu, geceleri sığ...
Dünyaydı burası; Küre-i Arz'dı.
Ve o kürenin üstünde sen vardın. Kendi kendine bir oyun kurmuş, tek başına oynuyordun.
"Bu oyunu birlikte oynayacağız küçük hanım," dedim, "Birlikte oynayıp birlikte kazanacağız."

(İki)
Sapsarı saçları vardı, gözleri ışık saçardı. Heyecanı başkaydı, gülüşleri bambaşka. Hayatı onun kadar seven ve çevresindeki herkese sevdiren başka birini daha görmemiştim.
Etrafımızda somurtan suratlar vardı; sıkıcı tipler, asabi kişiler; tatminsiz ruhlar, müzmin hayatlar... Her şeyden şikâyet eden, hiçbir şeyi beğenmeyen, mızmız, kıskanç, sevgisiz...
Ve onların çoğu sanatla iştigal ederdi, "Beden ruhun hapishanesidir," derlerdi, intihar eden yazarlara öykünülürdü.
Sonra o gelir, her şeyi güzelleştirirdi; herkesi ve her şeyi değiştirirdi; hepimizi güldürür, herkesi eğlendirirdi. "Keşke çevremizdeki herkes onun gibi olsa," derdim, "Onun gibi neşe saçsa, hayatımıza dokunsa!"
Sonra o, birdenbire kansere yakalandı; gülen gözlerinden, güzel endamından eser kalmadı. Senelerce tedavi gördü, saçları döküldü, iğne ipliğe döndü.
Son günlerinde ağlaya ağlaya, "Ölmek istemiyorum!" diye bağırdı. Sesi hastane koridorlarında yankılandı.
Anladık ki, beden ruhun hapishanesi değildi, onun temsiliydi.
Ve o, gencecik yaşında ölüp giderken, hepimize mutsuzluğu öğretti.
Ayhan Şahin



Gece sessiz ve uzun...


Büyük bir fırtınanın içerisindeyiz; rotamız, pusulamız yok. Devrildik devrileceğiz, kurtulmak için mücadele edenden ziyade akıl veren çok. Habire savruluyoruz ve gözlerimize kaçan tuzlu sular yüzünden göremiyoruz etrafımızı. Yelkenlimizin dümeni paramparça, direği yamuk, çapası savruk.
Kaptanımızın gözleri ufku arıyor göremeyeceğini bildiği halde, tayfaların hemen hepsi de aynı ahvalde.
Geminin yolcuları tedirgin, telaş içinde, canlarının derdinde. Birkaç kişi var sadece aralarında sakinliğini muhafaza edebilen, tutarsız sözcükler dökülüyor ağızlardan, ama henüz yok onları bir araya getirip mantıklı cümleler kurabilen.
Rüya bu ya, ansızın 'Hızır' çıkarak yetişiyor imdada, hem de tam bütün ümitlerin tükendiği, en son duaların okunduğu esnada...
Kâbuslar görürüz kimi zaman, kan ter içinde uyanırız, etkisinde kalırız uzunca bir süre ve nihayetinde bütün iyi niyetimizle hayra yorarız.
Konu komşu, dost, arkadaş, kimi bulursak, rahatlamak için dökeriz içimizi, yine de bilinçaltımızın derinliklerinde pusuda bekler başka kâbuslar, âdeta kaçırtmak için keçilerimizi...
Bizim köyde "kara koncolos" derler kâbuslara, geceleri biz uyurken, her nasılsa yatak odamızın kapalı penceresinden sessizce içeri süzülür, tam göğsümüzün orta yerine otururmuş. Bizler derin uykudayken bilincimize hâkim olur, kötü rüyalar kurdururmuş.
Çocukluk işte; saftık, her şeye inanır, her söyleneni gerçek sanırdık. Rüyalar kâbusa dönüştüğünde, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu büyürken, yaşayarak öğrendik. Ama hep el ele, omuz omuza verip her zorluğun üstesinden geldik.
Korkularımızın bilinçaltımızda birikip gün yüzüne çıkmayı beklediği saatler, en güzel rüyaları, hatta bir sevgiliyi görmeyi arzu ederek uyuduğumuz vakitler...
Korku filmlerinde bile yaratıklar hep geceyi beklerler.
Gece karanlık, gece sessiz ve uzun. Bütün gün hareket halindeki insan uzanır döşeğine upuzun.
Herkes uyurken uyumayanlar ya vatan nöbetindedir, ya gece vardiyasında, ya da çok hasta... Ya da yârinden ayrılmış, üzgün ve yasta...
Bir de atasözümüz var bu durumu açıklayan: "Su uyur, düşman uyumaz asla!"
Ne badireler atlattık, ne felaketler gördü bu millet. 17 Ağustos depremi bile gece olmuştu, ne tesadüf, hayret.
Geceye hâkim olmak isteyen, gece gibi karanlık kalpli insanlar gördük zaman içinde. Gecenin bir vaktinde göğün karanlığını yırtarak, alçalan uçaklar uçtu üzerimizden esrarengiz biçimde.
Sonra gecelerine sahip olmak için toplandı insanlar meydanlarda günlerce. Uyumadan dimdik ayakta kalanlar oldu sabahlara kadar, onlarca, yüzlerce, binlerce...
Hepsi de bir kâbusun içindeydi. Hepsi o günlerdeki çaresizliğinin içine haykırıp kendi yüreğine dokundu.
Geceler ne kadar karanlık ve korku dolu geçse de bitmeye mahkûmdur, güneş doğar ve tertemiz bir sayfa açılır hayat defterinden. Kâbus gördü diye ölen duyulmamıştır kederinden.
Halide Edip’in söylemiş olduğu gibi: "Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zaman, gün ışığı en yakındır. Her gecenin bir sabahı vardır."
Ve de her kâbusun bir sonu elbet...
Mehmet Ferah

10 Aralık 2018 Pazartesi

USTA İŞİ | Cahit Irgat anılarını anlatıyor


“Büyük bir aktör öldü. Radyolar niçin susmuyor?”
Bu sözü Hâzım öldüğü gün, Alman tiyatro adamı Carl Ebert söylemişti.
Küçük Kemal için söylediğimizi Hâzım için de söyleyelim: Hâzım gibi bir aktör bir daha gelmez. Öyle bir devrede gelmişler ki bu büyük oyuncular, ne okulu var ne konservatuvarı bu kutsal yaratıkların. Kendilerinden önce gelen oyuncular var ortalıkta sadece. Bir hırkaya bir lokmaya çalışıp çabalayan, hocalarının peşinde durup ne öğrenebiliriz nasıl oynayabiliriz? diyerek, ikinci mevki tramvay parasını zor bularak, dekor boyayarak, dekor taşıyarak, yarı aç yarı tok.
Onu özel hayatında gören, örneğin bir vapurda tek başına yolculuk ederken görenler trajedi aktörü sanabilirlerdi. Öylesine mahzun öylesine dertli bir yüzü vardı. Bir trajedi maskı gibi. Kendi kendime hep sormuşumdur: Hâzım Bey neden yalnız komedi oynadı? Neden dram oynamadı? diye. O komedi oynarken de dram oynardı çünkü. Dram unsurundan, trajedi unsurundan komedi, vodvil, fars unsurunu çıkararak.
Tiyatronun bir tatil günüydü, pazartesi. “Sait Faik seni aradı,” dediler. Sait’i bulmak kolaydı Beyoğlu’nda ya Çiçek Pasajı’ndadır veya sinema girişlerinin birinde. Nitekim pasajda bulmuştum o gün. Kulplu kalın bardakla birasını içiyordu.

Nilgün


Sessizce yıkılıyor işte kilitli odaların sırrı; yumuşak kadın elleri, neşesini yitirmiş hiçliğin kaderi. Kendi evreninin çarkını döndürüyor NİLGÜN; manyetik çekim, kimyasal çözülme ve yokluk.
Bir başka zamanın zamansızlığı, hayatın orta yerinde bulduğundur ölüm; bir var yok oyunu.
Karanlık sözler ve iradenin keskin neşteri. Sönen ruhun bedeni; hiçbir şeyin kıpırdamadığı mekân, karanlığa boğulmuş evi iyiliğin.
İfadesi imkânsız, yalnız ölüme yazgılı, bölünmüş insan. Simsiyah bir ufuk, sesi harekete geçiren dalgaları sonsuzluk bilincinin.
Delip geçiyor yaralı göğsünü ışık, kalbimin ortasında bilmediğim kahkahan.
Bildiğim kaderin değişmez anlamı, sessiz bir öykünün sisleri. Kıyıda kurur gider kadınlar, şiirin kırılmaz aynasına bakıp.
Karanlık dağlara sürersin simsiyah atları; düşüp parçalanacağın uçurumlara.
Hep mi böyle yabancıdır dünya, ölümsüz tabiat. Büyülü bir tutsaklığın sonu, çağırdığın gizil gücüdür tutkunun; ölçüsüzlüğün anlamı, yaşam huzursuzluğu, o son düşüş.
Zamanın öncesinde ve sonrasında bir cehennem yolculuğu. Kendi gecesine düşen bir kadın; kanayarak mekânında ışıksız solukların, kendi acı çığlığına yuvarlanır; yaşamın ilk yalnızlığına.
Kendi derinliklerinden akar zamanın derinliklerine; eteklerinde ölesiye bir tutku, dengeli artan bir yoğunluk.
Sihirli semboller, belirsiz kimya ve acının gölgesi. Kırılmaz aklın cesareti, isimsiz balmumu heykeller. Gerçeğin ateşli gerilimi içinde donup kalan yüzler.
Her şey unutulur, her şey yiter. Çelik bir bıçakla yarılır efsaneler, kanlı tutkuların donmuş çölleri ve bütün bir elementin dağılmış parçaları.
Düşüncenin geriliminde hep yurtsuz, tanrısal bir alev. Hiçbir şey kıpırdamaz, üzerine eğilen fırtınada.
Ölümün savrulan sesi, içinde varlığın göğünden düşen bir ırmak. O çorak gölgeler, parçalanmış kafes. Son akıntısı evrenin, kaosun kör devi. Kendi kurgusunu eşeleyen masal.
YOK, HİKÂYESİ YARADILIŞIN.
DAİMA ETİN İÇİNDE KALIR EZGİSİ HİÇLİĞİN.
"Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi..."

A. Arslan

Sana engel olan yine sensin


Hep kendini suçladın! Kendine kızdın ve belki de kendini affedemedin. Çünkü içten içe biliyordun ki, yaşadığın her şeyin altında yatan sebeplerden bir tanesi de,  kabul etmediğin, kabul etmek istemediğin, meydana çıkartmaya korktuğun o gizli düşüncendi.
Ondan kaçtın yıllarca, onu bir odaya hapsedip anahtarı eline alarak kaçtın.
Onu bırakırsan senin peşine düşmesinden korktun. Çünkü odada o kadar iyi beslemiştin ki onu, senden daha güçlü bir varlığa dönüştürdün. Uzun kollarından korktun, senin tutmak istediklerini senden önce tutar diye! Uzun bacaklarından korktun, senin adım atmak istediğin yerlere senden önce varır diye! Dilinden korktun, bütün kelimelerini ezberlediğinden senden önce konuşur diye! Kalbinden korktun, sevgini vermek istediğin yerde, katılığıyla duvar örer diye.
Sen hep ondan kaçtın, sen hep gittiğin yere onu da taşıdın. Kendinden yorulduğunu dile getirdin ama onun seni yorduğu gerçeğinden de kaçtın! Hep kaçacak mısın?
Karanlıkta bıraktığın o gizli düşüncenin, aydınlığının önüne geçecek kadar büyümesine izin mi vereceksin? Karanlığında gizlenerek mi yaşayacaksın?
Şimdi ne yap biliyor musun? Onu odasından çıkarıp ona sarıl. Sevgiyle dinle onu. Acı çekmiştir belki de! Sevilmediğini düşünüp sevgisizlik çemberi içinde güvende olacağını düşünmüştür.
Sen ondan kaçtıkça daha çok büyüyecek sevilmediğine olan inancı. Daha çok hırçınlaşıp daha da saldırgan olacak diğer sevdiğin bütün duygularına karşı. Ona bu acıyı çektirme! O gizlemeye çalıştığın gizli düşüncenle ilgilen.
Ona sevgiyle kendini anlat. Onu gülümset, diğer güzel duygularınla dost et onu.
Hadi! Kaçma sana ait olan hiçbir şeyden. Affet kendini şimdi. Sevgiyle, şefkatle bir gülümsemeyle dönüştür onu.
Yaşadıklarının sebebi olmaktan kurtar onu!
Jasmin