3 Aralık 2018 Pazartesi

USTA İŞİ | Eylül yarın da gelmeyecek

Günlerimiz, çatı katındaki barın terasında, tembel bir eylül güneşine sırtlarımızı dönüp oturarak geçecek ve o gözüpek güvercin, şirin şey, "Şu gözlere bak," dediğin yaratık, atacağın leblebiler için çevremizde dolanacak. Buğulanmış bardaklarda kıpır kıpır bira şenliği, kül tabağı tepeleme izmarit dolu ve biz geçmişlerimizi eşelemeden, "şimdi"nin güzelliği üzerine konuşacağız. Arada durgunlaşıp kentin yapılarına, uzaktaki tepelere yığılmış kondulara bakacaksın, ama konuşmamız kesilmeyecek; çünkü sen yıllardır konuşmamış gibisin. Teras sessiz. Beton saksılardaki petunyalar coşkularını yitirmiş artık. Tek tanığımız o güvercin. Attığın her leblebiyle biraz daha yakınına çekmeye çalışacaksın onu. Korkmasın, sana güvensin isteyeceksin. Ama güvercin tedirgin. Ya tuzaksa! İşte yeni bir konu; biz tuzaklar üzerine sonsuz bir söyleşiye girdiğimizde, ayağının hemen yanına bıraktığın son leblebi tanesi de çoktan, o "şirin şey"in kursağını boylamış olacak.
Oturmaktan sıkıldığımızda sekiz katı sarsak bir asansörle inip –donuk görüntülerimiz aynada yansıyacak, zemin kata kadar hiç konuşmayacağız– kent karmaşasında dolaşacağız. Bu kentten nefret ettiğini daha sonra öğreneceğim, yine terasta otururken ve yağmur çiselemeye başladığında, saçağın altına sığındığımızda söyleyeceksin. Nedenini sormayacağım, günü geldiğinde anlatacaksın nasılsa. Tembel tembel ve savruk adımlarla balıkçıların önünden geçeceğiz. Daha balık yok! Belki olmayacak. Çünkü denizler bitti. Ama hazırlıklar korkunç, bütün tablalar kıyamet kırmızısına boyanmış, kocaman ampuller silinip parlatılmış.
Palamut bu yıl bol olacakmış, biliyor musun?
Yüzünde o afacan gülüş: Hani denizler bittiydi?
Şimdi bilgiçlik taslayabilirim: Palamut yavrusunu bu yıl erken tutmuşlar. Batı Karadeniz'de, Karaburunlu bir balıkçının oltasına takılmış. Ne olacakmış deme, bir muştu bu, bolluk göstergesi. Palamut yavrusu bir tepsi içinde kahve kahve dolaştırılıp bahşiş toplanmış. Nedenini sorma, bilmiyorum. Yıllardır böyle bu.
Bazı günler numarasız sokaklara götüreceksin beni. Dar ve karanlık sokaklarda birbirine yaslanmış evlerin arasından geçeceğiz ve sen, yalınayak, donsuz bir çocuğa bakarak sevgiyle gülümseyeceksin. Oysa günler sonra terasta, bu kez biraz kaygılı, gözlerime bakarak, çocuklardan korktuğunu söyleyeceksin. İçini okurcasına sana yönelmiş bilge bakışlarda yanıtlayamayacağın sorular gördüğünden tedirgin olduğunu açıklayacaksın. Geçmişine açılan kapıyı ilk kez o gün aralayacaksın; ellerinden de korktuğunu, yağmurlu geceleri ve bu kenti sevmediğini öğreneceğim. Tanımsız bir hüzün süzülecek terasa. Güvercin bugün gelmedi, biliyor musun, diyeceğim; yok hayır gülümsetemeyeceğim seni, ne zamandır avucunda tuttuğun leblebileri saçılan inci taneleri gibi beton zemine bırakacaksın. Arada, bir cankurtaranın çığlığını, öfkeli bir trafik polisinin düdüğünü ya da bir fren cayırtısını duymasak, kent merkezinde bir yapının terasında olduğumuzu anımsamayacağız bile. Burada yapayalnızız, ama güven içindeyiz. Günbatımı hava iyice serin, titriyorsun. Ama sen, havadan olmadığını söyleyeceksin ve geçmişine araladığın bir kapıdan on bir yıllık bir yolu yürümek için elini uzatacaksın. Yıllardır kimseleri yaklaştırmadığın giz, acı ve hüzün dolu bir dünyanın konuğu olacağım. Güvercinimiz kanat çırpışlarıyla terasa inerken bu yolculuğu erteleyebilirdik belki. Adı "Eylül" olsun demiştin. Bütün güvercinler birbirine benzerdi, her gün leblebilerimizi yiyen o "şirin şey", hep aynı kuş muydu? Tabii ki o, diye gülmüştün, "Eylül"; belki terasta değildik de, numarasız sokakların birinde, orta yerden akan köpüklü bir suya değmemek için taştan taşa sekiyorduk. Az sonra on bir yıl öncesinin yağmurlu bir ekim gecesinde olacağız. Sen on dört yaşında bir kız, bense bugünkü yaşımda bir yorgun. Beni görmeyeceksin; hem her yerde, hem hiçbir yerde olacağım. Yağmur camları, sokakları, parkları yıkarken terk edilmişliği yaşayacaksın.
O, gidecek!
Başka kentlere, başka yaşamlara gidecek.
Zorunlu buna, biliyorsun. Gitmese daha büyük acılar yaşayacak belki. Kimin nereye götürüldüğünün bilinmediği günlerdi o günler. Kulaktan kulağa korkunç fısıltılar yayılmıyor muydu? Yakınları onlardan haber alabiliyorlar mıydı? Ölenler, sakat kalanlar yok muydu? Kanlı iç çamaşırlara hangi yürek dayanırdı?
Ama sen bağışlamayacaksın. Herkesin saygı duyduğu o değerli insan, o inançlı yürek nasıl olurdu da yanı başında kelebekler gibi uçuşan bir çocuğun sınırsız sevgisini, ona duyduğu büyük gereksinimi anlayamazdı... Anlayamadan giderdi... Böyle bir şey nasıl olurdu?..
Birden akşam olduğunu göreceğiz, hava iyice serin ve sen titriyorsun, hayır, sarsılıyorsun, dudaklarında on bir yıllık bir soru: Nasıl olur? Güvercin de yok, gitmiş. Kuğurdaya kuğurdaya dolaştı, başını yana eğip bilye gibi gözüyle inanmazmış gibi baktı. Anlayamadığı, olağandışı bir şey vardı; sen ağlıyordun... Kanatlarını çırparak havalandı, terasın üzerinde döndü, sonra başka yapıların balkonlarına doğru süzüldü.
Biraların ne zaman yenilendiğine şaşacağız. Sen de gözyaşlarını sileceksin ve güvercine seslenerek, o da gittiydi, diyeceksin. Ama şimdi tek bir isteğin var, onu bir kez olsun görebilmek. Gönderdiği her fotoğrafta biraz daha çöküyor. Da-ya-na-mı-yor-sun. Hastaymış. Birçok sürgün döndü, o neden dönmüyor? Ömür boyu bakmaya hazırsın. Onu kucaklamak, hiç unutamadığın kokusunu içine çekmek istiyorsun... Seni, bıraktığı gibi bulmasını istedin, kötülüklerden korundun, sokaklardan kaçtın, çünkü dışarısı kötü, çok kötü... Yamama aşkları bitiren hep sen oldun, yeni bir bırakılışa dayanamazsın çünkü. Evlenmedin, benzer acılar çekecek çocuklar doğurmaktan korktun.
Kaçan yalnız o olmadı, herkes payına düşeni yaşadı.
Sonra dönüp gözlerime bakacaksın. Öfkelisin. Titremen de geçmiş, ağlaman da. Bitsin, bir daha yaşanmasın bu acılar, diyeceksin, sürgünler, bırakıp gitmeler, üniformalı korkular bitsin...
Birden sigaralarımızın bittiğini göreceğiz ve umarsızca birbirimize bakacağız.
Yağmurlar başladığından beri yoksun. Terasta, damın saçağı altındaki daracık yere sığınmış bira içiyorum. Bu kentten nefret ettiğini söylediğinde de, buraya sığınmıştık. Yoksun. Belki, gitmek isteyip bir türlü gidemediğin –bu kentten nefret ediyorsun, çünkü burada terk edildin, gidemiyorsun, çünkü bütün anıların burada– kentten ayrıldın. Artık hiç gelmeyeceksin. Belki, örselenmiş bir yaşamı kucakladın günler önce; yağmur, sokakları, parkları yıkarken, gittiği gün gibi bir gün geliverdi. Kapıda atıldın boynuna, kokladın, kokladın ve ağladın...
Biramı yudumluyor ve kentin görünmeyen yüzüne bakıyorum. Dün de tabağımda leblebiler, Eylül'ü bekledim. Gelmedi. Her şey birbirine ne kadar bağlı. Seni bilmem, ama Eylül yarın da gelmeyecek.

(Cemil Kavukçu, Yalnız Uyuyanlar İçin, Can Yayınları, 1996)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder