Günlerimiz,
çatı katındaki barın terasında, tembel bir eylül güneşine sırtlarımızı dönüp
oturarak geçecek ve o gözüpek güvercin, şirin şey, "Şu gözlere bak,"
dediğin yaratık, atacağın leblebiler için çevremizde dolanacak. Buğulanmış
bardaklarda kıpır kıpır bira şenliği, kül tabağı tepeleme izmarit dolu ve biz
geçmişlerimizi eşelemeden, "şimdi"nin güzelliği üzerine konuşacağız.
Arada durgunlaşıp kentin yapılarına, uzaktaki tepelere yığılmış kondulara
bakacaksın, ama konuşmamız kesilmeyecek; çünkü sen yıllardır konuşmamış
gibisin. Teras sessiz. Beton saksılardaki petunyalar coşkularını yitirmiş
artık. Tek tanığımız o güvercin. Attığın her leblebiyle biraz daha yakınına
çekmeye çalışacaksın onu. Korkmasın, sana güvensin isteyeceksin. Ama güvercin
tedirgin. Ya tuzaksa! İşte yeni bir konu; biz tuzaklar üzerine sonsuz bir
söyleşiye girdiğimizde, ayağının hemen yanına bıraktığın son leblebi tanesi de
çoktan, o "şirin şey"in kursağını boylamış olacak.
Oturmaktan
sıkıldığımızda sekiz katı sarsak bir asansörle inip –donuk görüntülerimiz
aynada yansıyacak, zemin kata kadar hiç konuşmayacağız– kent karmaşasında
dolaşacağız. Bu kentten nefret ettiğini daha sonra öğreneceğim, yine terasta
otururken ve yağmur çiselemeye başladığında, saçağın altına sığındığımızda
söyleyeceksin. Nedenini sormayacağım, günü geldiğinde anlatacaksın nasılsa.
Tembel tembel ve savruk adımlarla balıkçıların önünden geçeceğiz. Daha balık
yok! Belki olmayacak. Çünkü denizler bitti. Ama hazırlıklar korkunç, bütün
tablalar kıyamet kırmızısına boyanmış, kocaman ampuller silinip parlatılmış.
Palamut bu
yıl bol olacakmış, biliyor musun?
Yüzünde o
afacan gülüş: Hani denizler bittiydi?
Şimdi
bilgiçlik taslayabilirim: Palamut yavrusunu bu yıl erken tutmuşlar. Batı
Karadeniz'de, Karaburunlu bir balıkçının oltasına takılmış. Ne olacakmış deme,
bir muştu bu, bolluk göstergesi. Palamut yavrusu bir tepsi içinde kahve kahve
dolaştırılıp bahşiş toplanmış. Nedenini sorma, bilmiyorum. Yıllardır böyle bu.
Bazı günler
numarasız sokaklara götüreceksin beni. Dar ve karanlık sokaklarda birbirine
yaslanmış evlerin arasından geçeceğiz ve sen, yalınayak, donsuz bir çocuğa
bakarak sevgiyle gülümseyeceksin. Oysa günler sonra terasta, bu kez biraz
kaygılı, gözlerime bakarak, çocuklardan korktuğunu söyleyeceksin. İçini
okurcasına sana yönelmiş bilge bakışlarda yanıtlayamayacağın sorular
gördüğünden tedirgin olduğunu açıklayacaksın. Geçmişine açılan kapıyı ilk kez o
gün aralayacaksın; ellerinden de korktuğunu, yağmurlu geceleri ve bu kenti
sevmediğini öğreneceğim. Tanımsız bir hüzün süzülecek terasa. Güvercin bugün
gelmedi, biliyor musun, diyeceğim; yok hayır gülümsetemeyeceğim seni, ne
zamandır avucunda tuttuğun leblebileri saçılan inci taneleri gibi beton zemine
bırakacaksın. Arada, bir cankurtaranın çığlığını, öfkeli bir trafik polisinin
düdüğünü ya da bir fren cayırtısını duymasak, kent merkezinde bir yapının
terasında olduğumuzu anımsamayacağız bile. Burada yapayalnızız, ama güven
içindeyiz. Günbatımı hava iyice serin, titriyorsun. Ama sen, havadan olmadığını
söyleyeceksin ve geçmişine araladığın bir kapıdan on bir yıllık bir yolu
yürümek için elini uzatacaksın. Yıllardır kimseleri yaklaştırmadığın giz, acı
ve hüzün dolu bir dünyanın konuğu olacağım. Güvercinimiz kanat çırpışlarıyla
terasa inerken bu yolculuğu erteleyebilirdik belki. Adı "Eylül" olsun
demiştin. Bütün güvercinler birbirine benzerdi, her gün leblebilerimizi yiyen o
"şirin şey", hep aynı kuş muydu? Tabii ki o, diye gülmüştün,
"Eylül"; belki terasta değildik de, numarasız sokakların birinde, orta
yerden akan köpüklü bir suya değmemek için taştan taşa sekiyorduk. Az sonra on
bir yıl öncesinin yağmurlu bir ekim gecesinde olacağız. Sen on dört yaşında bir
kız, bense bugünkü yaşımda bir yorgun. Beni görmeyeceksin; hem her yerde, hem
hiçbir yerde olacağım. Yağmur camları, sokakları, parkları yıkarken terk
edilmişliği yaşayacaksın.
O, gidecek!
Başka kentlere, başka yaşamlara gidecek.
Zorunlu buna, biliyorsun. Gitmese daha büyük acılar
yaşayacak belki. Kimin nereye götürüldüğünün bilinmediği günlerdi o günler.
Kulaktan kulağa korkunç fısıltılar yayılmıyor muydu? Yakınları onlardan haber
alabiliyorlar mıydı? Ölenler, sakat kalanlar yok muydu? Kanlı iç çamaşırlara
hangi yürek dayanırdı?
Ama sen bağışlamayacaksın. Herkesin saygı duyduğu o
değerli insan, o inançlı yürek nasıl olurdu da yanı başında kelebekler gibi
uçuşan bir çocuğun sınırsız sevgisini, ona duyduğu büyük gereksinimi
anlayamazdı... Anlayamadan giderdi... Böyle bir şey nasıl olurdu?..
Birden akşam olduğunu göreceğiz, hava iyice serin ve
sen titriyorsun, hayır, sarsılıyorsun, dudaklarında on bir yıllık bir soru:
Nasıl olur? Güvercin de yok, gitmiş. Kuğurdaya kuğurdaya dolaştı, başını yana
eğip bilye gibi gözüyle inanmazmış gibi baktı. Anlayamadığı, olağandışı bir şey
vardı; sen ağlıyordun... Kanatlarını çırparak havalandı, terasın üzerinde
döndü, sonra başka yapıların balkonlarına doğru süzüldü.
Biraların ne zaman yenilendiğine şaşacağız. Sen de
gözyaşlarını sileceksin ve güvercine seslenerek, o da gittiydi, diyeceksin. Ama
şimdi tek bir isteğin var, onu bir kez olsun görebilmek. Gönderdiği her
fotoğrafta biraz daha çöküyor. Da-ya-na-mı-yor-sun. Hastaymış. Birçok sürgün
döndü, o neden dönmüyor? Ömür boyu bakmaya hazırsın. Onu kucaklamak, hiç
unutamadığın kokusunu içine çekmek istiyorsun... Seni, bıraktığı gibi bulmasını
istedin, kötülüklerden korundun, sokaklardan kaçtın, çünkü dışarısı kötü, çok
kötü... Yamama aşkları bitiren hep sen oldun, yeni bir bırakılışa dayanamazsın
çünkü. Evlenmedin, benzer acılar çekecek çocuklar doğurmaktan korktun.
Kaçan yalnız o olmadı, herkes payına düşeni yaşadı.
Sonra dönüp gözlerime bakacaksın. Öfkelisin. Titremen
de geçmiş, ağlaman da. Bitsin, bir daha yaşanmasın bu acılar, diyeceksin,
sürgünler, bırakıp gitmeler, üniformalı korkular bitsin...
Birden sigaralarımızın bittiğini göreceğiz ve
umarsızca birbirimize bakacağız.
Yağmurlar başladığından beri yoksun. Terasta, damın
saçağı altındaki daracık yere sığınmış bira içiyorum. Bu kentten nefret
ettiğini söylediğinde de, buraya sığınmıştık. Yoksun. Belki, gitmek isteyip bir
türlü gidemediğin –bu kentten nefret ediyorsun, çünkü burada terk edildin,
gidemiyorsun, çünkü bütün anıların burada– kentten ayrıldın. Artık hiç
gelmeyeceksin. Belki, örselenmiş bir yaşamı kucakladın günler önce; yağmur,
sokakları, parkları yıkarken, gittiği gün gibi bir gün geliverdi. Kapıda
atıldın boynuna, kokladın, kokladın ve ağladın...
Biramı
yudumluyor ve kentin görünmeyen yüzüne bakıyorum. Dün de tabağımda leblebiler,
Eylül'ü bekledim. Gelmedi. Her şey birbirine ne kadar bağlı. Seni bilmem, ama
Eylül yarın da gelmeyecek.
(Cemil Kavukçu, Yalnız Uyuyanlar İçin, Can Yayınları, 1996)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder