18 Aralık 2018 Salı

Delinesir


Ey sessizlik!
Ey aydınlığı düşlerin ya da unutulmuş karanlığı zamanın.
Sunaklar, vaftiz çanakları, akıtılan kan.
Ortaçağ hastaneleri, manastırlar. Ve gerçekliğin bir parçası olarak delilik. İnsan bedenine paralel zamanlar, paralel dünyalar. Kafesli pencereler, doğal yaşamın trajedileri, tuhaf aksaklıklar ve ıslah edilmeyi bekleyen hayat.
Çağırarak işte her şeyi yeniden, çağırarak güzel ve iyi ne varsa, tek odalı bu yeryüzünde, anımsıyorum kaderi.
Salınan bir evrenin ışık ve gölgeleri arasında büyüyor elleri ve ayakları kadınların. Ve sanki hiç kımıldamadan sürüyor hayat.
Bir başka anın soluğu ya da canlı boşlukları ruhun. Ve hep iyi giyimli susan erkekler ve susan kadınlar.

Ey kutsal akıl!
Bir büyük buluşmanın olanaksızlığı, amaç yokluğu ve rastlantı. Yıkımın akıldışı yaratıcılığı ve hayalin, çölün, akan suyun normalleştiği bir hikâyenin kurgusu.
Hava öyle yumuşak, ışığın ve renklerin kolaylığıyla gelen devinimi kehanetin, yaşıyor olmanın o her şeyden sonra geride kalan hüznü. Tersine çevrilmiş hali o korkunç karanlığın. Göğün rengiyle yıkanan sabahları yeryüzünün.

Ey gelecek günlerin karanlık yazgısı!
Ey dudaklarımızda titreşen acı!
Unut iyi sözcüklerini başka seslerin, başka zamanların; uğultuları, ateş dalgalarını ve kıyılardan dağlara kandan zincirlerle çekilen atlarını tenin. Bakıp duruyor gözlerim, karanlık sabahına ölümün. Ak keten, rüzgârda eğilen yürek ve beyaz bir ülke. Orada olmak ve boyun eğmek çığlığına gerçeğin. Tümüyle yalnızken ve yankılanırken ses korkunç vadilerinde düşlerin, neşeli dualar ve işte Babil’in yıkık kuleleri.
Karartılmış ışığın saf gölgesiyle kucaklaşıyor delilik, görünür kılmak için gerçeği. Aklın aydınlatamadığı karanlık, yeryüzüne vuran gölge. Psikiyatrik insancıllık ve tımarhaneler; perhiz, oruç ve kan alma. Ağaç gövdeleri, bitkisel çürüme ve yüksek duvarlar, taş avlular. Bedensel bozulma, fısıldayan dehşet, damgalanmış hayvanlar, yaftalanmış algı ve insanlar.
Yok ölümden daha duru bir ülke, daha yakın bir yurt.

Parıldıyor çelik ve yayılıyor karanlık. Kızıl buğday tarlaları, şeker ve zeytin. Gördüm yaşamı ulu bir ağacın gölgesinde. Altın kâseler ve serinleyen toprak. Başka sesler, gülmesini bilerek eksilttiğimiz zaman ve yaslanıp ihtiyar göğsüne yeryüzünün, uyandığımız sabahlar. Kayboluyor ışık ve bir parça esintiyle yıkılıyor hayatın sonsuz evi.

Ey düşkünler yurdu!
Hölderlin, Nerval, Nietzsche, Artaud...
Sıcak gövdesini kımıldatıyor Erasmus gülümseyerek ve daha derinden sesleniyor yeryüzüne.
Deliliğin canlılığı ve ipe çekilmiş ışık, parçalanmış bedenler; deliler, caniler, serseriler...
Seçilenler ve insan etiyle beslenenler.
Büyülü, bambaşka bir pencereden gördüğün evren ve yokluk arasındaki o mevsim. Uçuşan etekleri kadınların, uçuşan şemsiyeler, yaklaşan kış. Yağmur ve parıldayan kuzey ışıkları. Parçalanıyor kent ve karanlıkla dolduruluyor bütün bir geçmiş. İlk günün alacasında kaybolanlar, kapatılan gökyüzü, kaderin ve korkunun refleksi.

Ey kader!
Kendi tutkusuna yenilir sonunda her yaşayanı bu yeryüzünün.
Tecrit ediliyor kumda titreyen sonsuzluğu zamanın. Cinnetin kıyısından seslenen kalabalıklar ve kocaman bir zırvadan başka bir şey olmayan insan. Ölümsüz nesneler, klinik deneyler ve düşkünler.

Sonunda siyahlar giydirdim tüm sözlerime.
İnce, keskin bir yüzeyin üstünde ne çok kadın, ne çok erkek; gerilmiş et ve çöl.
Ölümlü düşlerimizle ağırlaşan yüreklerimiz. Uzun saçlarıyla yüzümüzü örten yazgımız ve bilinmez, anlaşılmaz bir tarihin yazıldığı dil.Av etleriyle tütsülenen toprak, tütsülenen okyanuslar, tutulmamış sözler ve yakaran yürek. Kadın olmuş, erkek olmuş bir yeryüzü. Katran tadında yolculuklar, gümüş tepeler ve tuzla canlandırılmış çürümüş ağızlar. Karanlığa gömülmüş sokaklar, caddeler, şehirler ve bir anlam bekleyen zaman ve ahlaki nutuklarla hapsedilmiş bir başka uzamın laneti.
Patolojik sınırlar, anlamlı saçmalıklar ve uzaklardaki cüzam adaları.

Konuş ölümlü olan şeyler üstüne. Bir başka anın gök gürültüsü ve fırtına. Kükürt ve bal rengi kıyılar, ölümsüz nesneler;  palmiyeler, kakao çekirdeği ve kahve tanesi, mavi güneşten bir su ve sağır olmayı dileyen kum. Ağırlaşan ruhlar ve yayılan ışık.
Gördüm bu düşü, aradaki yalanı.

Sesleniyorum işte yine, büyük yaralı hayvanlarına yeryüzünün. Ne vardı o zamanlar, biraz düşten başka neyimiz. Kendi adlarımızla seslenirdik biz birbirimize o ilk günün korkunç karanlığında, bilerek ve anlayarak yaşayan her şeyi. Hastalıklı bakışlarımızla tutuşturuyoruz şimdi doğan her günü yeniden. Sarı, mor bulutlar geçiyor üstümüzden.
Ve anımsıyorum gözyaşlarımı. Geceye benzeyen sevinçlerim, solgun ve siyah. Ekşi elma tadındaydı yağmur. Kırmızı, yeşil, sarı aylar geçerdi sessiz. Etin kokusuna inen kâbuslar, utanç ezgileri ve düzeltilmesi gereken yanlışlıklar. Böylemi yaşamıştık hep, böyle mi ölmüştük.
Akıldışı bir dayanak noktasıdır yüreğindeki bu uğultu. İşte yeniden iyi sözcüklerle yakınlaştırılıyor ölüm sana, karanlık uzaklıklarla bölünmüş evren ve her şeyi senden bekleyen eli mutluluğun.

Sonunda geri dönersin kederli yurduna, sessizce yıkıp gittiğin o eve.
Hızla esip geçen bir bakış, kocaman bir ömür; bölünmüş uykularla bir büyük yalnızlık.

A. Arslan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder