
Ey
sessizlik!
Ey
aydınlığı düşlerin ya da unutulmuş karanlığı zamanın.
Sunaklar,
vaftiz çanakları, akıtılan kan.
Ortaçağ
hastaneleri, manastırlar. Ve gerçekliğin bir parçası olarak delilik. İnsan
bedenine paralel zamanlar, paralel dünyalar. Kafesli pencereler, doğal yaşamın
trajedileri, tuhaf aksaklıklar ve ıslah edilmeyi bekleyen hayat.
Çağırarak
işte her şeyi yeniden, çağırarak güzel ve iyi ne varsa, tek odalı bu
yeryüzünde, anımsıyorum kaderi.
Salınan
bir evrenin ışık ve gölgeleri arasında büyüyor elleri ve ayakları kadınların.
Ve sanki hiç kımıldamadan sürüyor hayat.
Bir
başka anın soluğu ya da canlı boşlukları ruhun. Ve hep iyi giyimli susan
erkekler ve susan kadınlar.
Ey
kutsal akıl!
Bir
büyük buluşmanın olanaksızlığı, amaç yokluğu ve rastlantı. Yıkımın akıldışı
yaratıcılığı ve hayalin, çölün, akan suyun normalleştiği bir hikâyenin kurgusu.
Hava
öyle yumuşak, ışığın ve renklerin kolaylığıyla gelen devinimi kehanetin, yaşıyor
olmanın o her şeyden sonra geride kalan hüznü. Tersine çevrilmiş hali o korkunç
karanlığın. Göğün rengiyle yıkanan sabahları yeryüzünün.
Ey
gelecek günlerin karanlık yazgısı!
Ey
dudaklarımızda titreşen acı!
Unut
iyi sözcüklerini başka seslerin, başka zamanların; uğultuları, ateş dalgalarını
ve kıyılardan dağlara kandan zincirlerle çekilen atlarını tenin. Bakıp duruyor
gözlerim, karanlık sabahına ölümün. Ak keten, rüzgârda eğilen yürek ve beyaz
bir ülke. Orada olmak ve boyun eğmek çığlığına gerçeğin. Tümüyle yalnızken ve
yankılanırken ses korkunç vadilerinde düşlerin, neşeli dualar ve işte Babil’in
yıkık kuleleri.
Karartılmış
ışığın saf gölgesiyle kucaklaşıyor delilik, görünür kılmak için gerçeği. Aklın
aydınlatamadığı karanlık, yeryüzüne vuran gölge. Psikiyatrik insancıllık ve tımarhaneler;
perhiz, oruç ve kan alma. Ağaç gövdeleri, bitkisel çürüme ve yüksek duvarlar, taş
avlular. Bedensel bozulma, fısıldayan dehşet, damgalanmış hayvanlar, yaftalanmış
algı ve insanlar.
Yok
ölümden daha duru bir ülke, daha yakın bir yurt.
Parıldıyor
çelik ve yayılıyor karanlık. Kızıl buğday tarlaları, şeker ve zeytin. Gördüm yaşamı
ulu bir ağacın gölgesinde. Altın kâseler ve serinleyen toprak. Başka sesler,
gülmesini bilerek eksilttiğimiz zaman ve yaslanıp ihtiyar göğsüne yeryüzünün, uyandığımız
sabahlar. Kayboluyor ışık ve bir parça esintiyle yıkılıyor hayatın sonsuz evi.
Ey
düşkünler yurdu!
Hölderlin,
Nerval, Nietzsche, Artaud...
Sıcak
gövdesini kımıldatıyor Erasmus gülümseyerek ve daha derinden sesleniyor
yeryüzüne.
Deliliğin
canlılığı ve ipe çekilmiş ışık, parçalanmış bedenler; deliler, caniler,
serseriler...
Seçilenler
ve insan etiyle beslenenler.
Büyülü,
bambaşka bir pencereden gördüğün evren ve yokluk arasındaki o mevsim. Uçuşan
etekleri kadınların, uçuşan şemsiyeler, yaklaşan kış. Yağmur ve parıldayan
kuzey ışıkları. Parçalanıyor kent ve karanlıkla dolduruluyor bütün bir geçmiş. İlk
günün alacasında kaybolanlar, kapatılan gökyüzü, kaderin ve korkunun refleksi.
Ey
kader!
Kendi
tutkusuna yenilir sonunda her yaşayanı bu yeryüzünün.
Tecrit
ediliyor kumda titreyen sonsuzluğu zamanın. Cinnetin kıyısından seslenen
kalabalıklar ve kocaman bir zırvadan başka bir şey olmayan insan. Ölümsüz
nesneler, klinik deneyler ve düşkünler.
Sonunda
siyahlar giydirdim tüm sözlerime.
İnce,
keskin bir yüzeyin üstünde ne çok kadın, ne çok erkek; gerilmiş et ve çöl.
Ölümlü
düşlerimizle ağırlaşan yüreklerimiz. Uzun saçlarıyla yüzümüzü örten yazgımız ve
bilinmez, anlaşılmaz bir tarihin yazıldığı dil.Av etleriyle tütsülenen toprak,
tütsülenen okyanuslar, tutulmamış sözler ve yakaran yürek. Kadın olmuş, erkek olmuş
bir yeryüzü. Katran tadında yolculuklar, gümüş tepeler ve tuzla canlandırılmış
çürümüş ağızlar. Karanlığa gömülmüş sokaklar, caddeler, şehirler ve bir anlam
bekleyen zaman ve ahlaki nutuklarla hapsedilmiş bir başka uzamın laneti.
Patolojik
sınırlar, anlamlı saçmalıklar ve uzaklardaki cüzam adaları.
Konuş
ölümlü olan şeyler üstüne. Bir başka anın gök gürültüsü ve fırtına. Kükürt ve
bal rengi kıyılar, ölümsüz nesneler; palmiyeler,
kakao çekirdeği ve kahve tanesi, mavi güneşten bir su ve sağır olmayı dileyen
kum. Ağırlaşan ruhlar ve yayılan ışık.
Gördüm
bu düşü, aradaki yalanı.
Sesleniyorum
işte yine, büyük yaralı hayvanlarına yeryüzünün. Ne vardı o zamanlar, biraz düşten
başka neyimiz. Kendi adlarımızla seslenirdik biz birbirimize o ilk günün korkunç
karanlığında, bilerek ve anlayarak yaşayan her şeyi. Hastalıklı bakışlarımızla
tutuşturuyoruz şimdi doğan her günü yeniden. Sarı, mor bulutlar geçiyor
üstümüzden.
Ve
anımsıyorum gözyaşlarımı. Geceye benzeyen sevinçlerim, solgun ve siyah. Ekşi
elma tadındaydı yağmur. Kırmızı, yeşil, sarı aylar geçerdi sessiz. Etin
kokusuna inen kâbuslar, utanç ezgileri ve düzeltilmesi gereken yanlışlıklar.
Böylemi yaşamıştık hep, böyle mi ölmüştük.
Akıldışı
bir dayanak noktasıdır yüreğindeki bu uğultu. İşte yeniden iyi sözcüklerle yakınlaştırılıyor
ölüm sana, karanlık uzaklıklarla bölünmüş evren ve her şeyi senden bekleyen eli
mutluluğun.
Sonunda
geri dönersin kederli yurduna, sessizce yıkıp gittiğin o eve.
Hızla
esip geçen bir bakış, kocaman bir ömür; bölünmüş uykularla bir büyük yalnızlık.
A. Arslan

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder