
Ey
ışık yüklü sabahlar!
Hafifçe
bükülen zaman, durgun sular ve öleceği günü bekleyen çocuklar, sonlu bir rüyanın
sisleri. Derinliği yok mutluluğun, buna inan. Karanlık artık çünkü bütün
gökleri yeryüzünün. Kapalı pencereler ardında bırakılan renkler ve bir ayete
bakan gözlerimiz. Duyusal taşkınlıklarla körleşen bellek. Değirmenler, buğday
tarlaları ve sesimizdeki açlık. Aynı şey olmak içindi aydınlık ve karanlık
yüzler. Belirsiz derinliği ile bir uçurum. Ölü balıklar gibiyiz, simsiyah
gözlerimizle.
Hep
bir şeyler bekler gibi bu yeryüzü, bu toprak. Atlas çiçekleri ve çöl. Bir sıtmalının
bakışı gibi titreyen dünya. Kaybedilmiş gerçek, kapalı kapılar ve sürgünde iç
çeken kalbi Tanrı’nın. Gelip giden sesler, akasya ağaçları ve çay kokusu.
Artık
yalnız, eski, ışık yüklü yıldızlar gömülünce karanlığa, bir şeyi unutup geri
dönen ve hep bir yere bakan çocukluğumuzun kaygan yüzeyleri ve ulaşılması zor
balkonları aklın.
Kaybolan
yüzler, sahte karşılaşmalar ve buharlaştırılan elementleri ruhun. Kaybedilen
perspektif, kaybedilen boyut. Görünür kılınabilir mi gerçek? İnsansız düşler, ışıksız
evler. Çizgi ve renkten yoksun, karartılmış ufuk, imgesel tasvirler ve Rocinante’nin
sıska bedeni üzerinde titreyen Shakespeare.
Kendi
aklının kopyasıdır her deli.
Kutsal
bir çemberdir bu, yeni anlatılar alır eskilerin yerini.
A. Arslan

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder