26 Aralık 2018 Çarşamba

Leaving the ark


Ey ışık yüklü sabahlar!
Hafifçe bükülen zaman, durgun sular ve öleceği günü bekleyen çocuklar, sonlu bir rüyanın sisleri. Derinliği yok mutluluğun, buna inan. Karanlık artık çünkü bütün gökleri yeryüzünün. Kapalı pencereler ardında bırakılan renkler ve bir ayete bakan gözlerimiz. Duyusal taşkınlıklarla körleşen bellek. Değirmenler, buğday tarlaları ve sesimizdeki açlık. Aynı şey olmak içindi aydınlık ve karanlık yüzler. Belirsiz derinliği ile bir uçurum. Ölü balıklar gibiyiz, simsiyah gözlerimizle.
Hep bir şeyler bekler gibi bu yeryüzü, bu toprak. Atlas çiçekleri ve çöl. Bir sıtmalının bakışı gibi titreyen dünya. Kaybedilmiş gerçek, kapalı kapılar ve sürgünde iç çeken kalbi Tanrı’nın. Gelip giden sesler, akasya ağaçları ve çay kokusu.
Artık yalnız, eski, ışık yüklü yıldızlar gömülünce karanlığa, bir şeyi unutup geri dönen ve hep bir yere bakan çocukluğumuzun kaygan yüzeyleri ve ulaşılması zor balkonları aklın.
Kaybolan yüzler, sahte karşılaşmalar ve buharlaştırılan elementleri ruhun. Kaybedilen perspektif, kaybedilen boyut. Görünür kılınabilir mi gerçek? İnsansız düşler, ışıksız evler. Çizgi ve renkten yoksun, karartılmış ufuk, imgesel tasvirler ve Rocinante’nin sıska bedeni üzerinde titreyen Shakespeare.
Kendi aklının kopyasıdır her deli.
Kutsal bir çemberdir bu, yeni anlatılar alır eskilerin yerini.

A. Arslan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder