O sıralar şans yine benden yana değildi ve sinirlerim
aşırı şarap içmekten fena halde yıpranmıştı; gözlerim çılgınlaşmış, güçsüz
düşmüştüm; bana genellikle soluklanma olanağı sağlayan sevkıyat memurluğu, depo
sorumlusu gibi bir iş ayarlayamayacak kadar bunalımdaydım, bu yüzden et
paketleme fabrikasına gidip büroya girdim.
“Seni daha önce görmedim mi ben?” diye sordu adam.
“Hayır,” diye yalan söyledim.
İki ya da üç yıl önce gitmiştim oraya, gerekli
formları doldurup sağlık kontrolünden geçtikten sonra dört kat aşağı
indirmişlerdi beni, indikçe soğumuştu ortalık, kan pıhtısıyla kaplıydı yerler,
yerler yeşildi, duvarlar yeşildi ve adam bana işimi anlatmıştı –düğmeye
basıyordun ve fillerin yere yığılışını çağrıştıran seslerden sonra bir şey
geliyordu duvardaki delikten– ölü bir şey, iri, çok iri ve kanlı, ve adam
göstermişti, o ölü ve devasa et yığınını omuzlayıp kamyona yüklüyordun ve yine
düğmeye basıyordun ve bir tane daha geliyordu, sonra da çekip gitmişti, önlüğü,
çelik başlığı ve üç numara küçük çizmeleri çıkarmış, basamakları tırmanıp
kendimi dışarı atmıştım, şimdi bir kez daha ordaydım, yıkılmış.
“Bu iş için biraz yaşlı değil misin?”
“Güçlenmek istiyorum, güç kullanmayı gerektiren bir iş
istiyorum,” diye yalan söyledim.
“Dayanabilecek misin?”
“Keçi gibi inatçıyımdır, eskiden dövüşürdüm. En sıkı
boksörlerle dövüştüm.”
“Öyle mi?”
“Öyle.”
“Hımm, yüzünden belli, kötü yumruklar almışsın.”
“Boş ver yüzümü, ellerim çok seriydi, halen de
öyledir, heyecan olsun diye arada birkaç yumruk alacaksın.”
“Boksu takip ediyorum ama adını hatırlamıyorum.”
“Başka adla dövüştüm. Altın Çocuk diye bilinirdim.”
“Altın Çocuk mu? Hiç duymadım.”
“Güney Amerika’da dövüştüm. Adalarda, Avrupa’da, küçük
kentlerde. İş geçmişimdeki boşluklar bu yüzden. Boksör yazınca insanlar yalan
söylediğimi ya da dalga geçtiğimi sanıyorlar. Ben de canları cehenneme deyip
boş bırakıyorum.”
“Pekâlâ. Yarın sabah dokuz buçukta sağlık kontrolünden
geç ve işe başla. Ağır iş istediğini söylemiştin değil mi?”
“Ee... başka bir şey varsa.”
“Hayır, şu sıralar yok. Elli yaşında filan
gösteriyorsun, işe almamam lazım seni aslında. Zamanımızın ziyan edilmesine
tahammülümüz yoktur.”
“Başkalarına benzemem ben. Altın Çocuk derlerdi bana.”
“Tamam çocuk,” diye gülümsedi, “seni çalıştıracağız!”
Bunu söyleyiş biçimi hiç hoşuma gitmedi.
İki gün sonra ön kapıdan girdim, tahtadan bir
barakanın içinde oturan yaşlı adama, üstünde adım yazılı formu gösterdim. Henry
Charles Bukowski Jr., adam beni yükleme bölümüne yolladı, Thurman’ı bulacaktım.
Yükleme bölümüne yürüdüm, tahta sıraya oturmuş birkaç adam kaçık ya da
homoseksüelmişim gibi baktılar bana.
Ben de kafamda en horlayıcı, en arka sokak bıçkını bakışı
olarak canlandırdığım şekilde onlara baktım.
“Thurman nerede? Thurman’ı görmem gerekiyormuş.”
İçlerinden biri Thurman’ı işaret etti.
“Thurman?”
“Ne var?”
“Senin için çalışıyorum.”
“Öyle mi?”
“Evet.”
Öylece baktı bana.
“Çizmelerin nerede?”
“Çizmelerim mi? Çizmelerim yok,” dedim.
Eğildi, sıranın altından bir çift çizme çıkarıp elime
tutuşturdu, eski, sertleşmiş. Ayağıma geçirdim, aynı hikâye: üç numara küçük.
Parmaklarım ezilip içeri doğru kıvrıldılar.
Sonra kanlı bir önlük ile çelik bir başlık verdi. O
sigarasını yakarken ben öylece durdum. Serinkanlı, erkeksi bir tavırla fırlattı
kibriti.
“Gel.”
Hepsi zenciydi, yanlarına gittiğimde fanatik kara Müslümanlar
gibi baktılar bana. Ben bir seksen boyundaydım ama benden uzundular, ya da
iki-üç misli geniş.
“Charley!” diye kükredi Thurman.
Charley, diye geçirdim içimden, benim gibi, adaşım, bu iyi.
Çelik başlığımın içinde terlemeye başlamıştım bile.
“İşe koş şunu!”
Tanrım, yüce Tanrım, o rahat ve tatlı gecelere ne oldu?
Amerikan tarzı yaşama inanan Walter Winchell’ın başına neden gelmez bu?
Antropoloji dersinde sınıfın en parlak öğrencisi ben değil miydim? Ne oldu?