
Kapılara
dışarıdan çıkıyorum. Dışarıdan nasıl mı çıkılır? Farz ederek. Halk diliyle
söylersek; aklını beş karış havada tutarak.
Küçük
bir ilde üniversite öğrencisi olduğunu düşün, kafanın içi her gün bu küçük ilde
dolup taşıyor bir de. Sen böyle bir yerde büyük düşünceli küçük bir detaysın ki
kendini hep böyle tamamlıyorsun. Sana kalsa bütün hayvanları koruyacak, bütün
ihtiyaç sahiplerini doyuracak, bencil olan herkese tek tek iyiliği
öğreteceksin, sevginin kudretinden bahsedeceksin ki herkes seni duyup sonsuz
aşkına sarılacak. Hüzün görmek yerine yorgun bir ömür istiyorsun kendine.
Buraya gelirken de bunu düşünüyordun sonuçta. Bir kıvılcıma özlem duyuyorsun
şimdi. Fakat yine de heveslerle dolusun. En güzel şiiri okumak gibi. Oysa sen
hep aynı şeyi istiyorsun. Yapamadığın o kadar çok şey var ki, hepsini
yapabilmek adına aynı şeyi istiyorsun. Yeni bir şehre gitmek... Gittiğin yerde
doyum noktasına ulaşacağına inanıyorsun. Onca hüzün içinde Polyanna hayallerini
başaracağını düşünüyorsun. Fakat unutuyorsun; sen zaten sürekli gidiyorsun. Bu
kaçıncı şehir? Düşünceleri ile şehirleri taşıran sensin. Küçük halinle
sığamayan sensin. Eksiksin. Kendini kendi ile tamamlayan hangi insan bir
diğerine umut olmuştur ki? Sen de dahil, hanginiz?
Kafanın
içini o kadar yoruyorsun ki bu saatlerde, günlük rutinini yapmak için
hazırlanıyorsun.
Yürüyüş
yapıyorsun, her akşam saat 9 civarında. Yürümek değil de izlemek keyif veriyor.
Yürürken kendi düşüncelerine bir kez daha boğulursun, izlerken ise onların
hakkında derince dalıp gidersin. Sokak sokak var olan her şeyi izliyorsun.
Arkasındaki hikâyeleri hayal ediyor ve her bir kaldırım taşına bir hikâye
kuruyorsun. Bastığın taşları görmeden. Birikmiş taş yığınlarını gruplara
ayırıyorsun, kimse yalnız kalmamalı. Belki de senin bu adil ayırmanda büyük bir
haksızlık vardır. Birilerini yalnız bırakmışsındır. Hayır, bu sana ait değil,
Tanrı’ya özgü bir hata. Sen yoluna devam ediyorsun. Gelişigüzel geçerken bir
kafenin önünden, tanıdık bir ses mırıldanıyor yüksek kelimelerle mikrofona.
Bilmiş bilmiş bahsediyor bir şeylerden. Heyecanlandırıyor bu ses seni. Sese
yöneldikçe buğulu camlar ve camlara içeriden asılmış perdeler görüyorsun. Net
göremiyorsun sesi. Sanki yasak gibi. Onu bir sebepten ötürü sadece içeridekiler
görebiliyor. Belki Tanrı küçük oyunlarını oynuyor yine, belki hiç anlaşamayacak
ve birbirinizin çirkin yüzünü göreceksiniz. Tanrı sever küçük zarları. Bir
siluet, oturuyor sanki. Anımsadığın bu görüntü, kendini sesi ile hatırlatıyor
sana. Saatlerce sohbet ettiğin bir ses gibi. Tanrım? Sen mi geldin? Kokusunu
bilmediğin için ne kadar da şanslısın, sesi daha iyi duymak için gözlerini
kapatıp dinliyorsun. Gözlerinle de duyarsın, varlığın ötesinde hayallerinde var
edersin tüm bu hisleri sana vereni. Ve bu daha gerçekçidir masum bakışlı bir
kaçaktan. Evet, şanslısın ki kokusunu bilmiyorsun. Biliyor olsaydın ona
yakınlaşman gerekirdi buğulu ve kapalı camların arkasından. Tanıyabilmen için.
Ne kadar yakınlaşman gerekirse gereksin, sen yakınında olabilir miydin peki, en
iyi ihtimalin karşısında? Aynı hislerle sana bakan bir arkadaşın duruyor
karşında. Onaylıyor gözleri ile seni. Arkadaşına bakıyorsun durumu
anlamlandırmak adına. Eliyle çağırıyor seni. Sana mücevher dolu bir kutu
verircesine heyecanlı. Esmer parmakları açılıp kapanıyor. Gidiyorsun. Mekânın
arka tarafındaki küçük bir pencere. Unutulmuş bir pencere. Buğulu değil. Perde
dışarıdan asılmış pencereye. Perdeyi iki parmağıyla aralıyor arkadaşın,
içerideki ışık yüzüne yansıyor. Tozlu bir dürbünden bakar gibi görebiliyorsun
onun sırtını. Bu yalnız kalmış sırt, seni heyecanlandırıyor. O siluetin sırtını
tanıyorsun artık. Geniş omuzlu bir ceket giyinmiş. Omuzlarındaki dünya yükünü
gizlemeye çalışır gibi omzu olan bir ceket. Düşün ki bir sırt sana, orada mecburen
durduğunu düşündürüyor.
"Elinde
cennetin kayıp haritası," diyor ve diyor. "Kimse görmüyor, kimse
duymuyor."
"Bırak
düşsün omuzların, bu kadar da dik durmak zorunda değilsin, haykıra haykıra yaşa
bu yükü. Kelimelerindeki ve sesindeki sızıda gizleme artık,” demek istiyorsun.
Duymayacak diye bunu, iç geçirerek, vazgeçiyorsun söylemekten.
Bir
kameran olmalıydı. Duyduğun sesin, hissettiğin o duygunun senin gözlerinden
tıpkı senin gördüğün gibi fotoğrafını çekebilen bir kameran. “Kimse görmüyor
mu? Kimse duymuyor mu?” Bu kelimelere cevap verebilecek bir kameran olmalıydı. Her
şey bitiyor elbet. Parmaklarını çekiyorsun perdeden ve artık sırt sırtasınız.
Titriyor parmakların. Karşı kaldırıma, sonra da sokak lambasının ıslak ışığına
bakıyorsun. Arkadaşına bakıyorsun, anlatman gerekiyor çünkü. Teksin.
Kabulleniyorsun bu durumu ve izlemiyorsun artık sokağı. Birkaç adımla eziyorsun
damlalar ile kavuşan kaldırım taşlarını. "İyi akşamlar," diyor Cem.
Cem. "Sana da iyi akşamlar," diyerek yanında beliriyor arkadaşın.
Gülümseyerek arkadaşını izliyorsun, buruk o da biraz. Sanki olumsuz sebeplerle
dolu bir kitabın asıl karakteriymiş gibi buruk. "Herkes gider küçük adam,"
diyorsun. O sesini çıkartmadan dururken, bir kapı açılıyor. Kalabalık olarak
çıkıyor bir binadan, Cem Adrian. Geniş bir arabaya biniyor. Gözlerinin içine
bakıyorsun, masum kanat sesleri var gözlerinde. Ve de Cem söylerken bu yüzden
canı yanıyor belki. Uçmak istediği gökyüzü bu olmadığı için. Bu sebeptendir
belki de söylediği her kelimenin derin bir nefes ile acı alıp veriyor gibi
olması. Sızılar kendini hatırlatırlar. Bir şeyleri yaşatabilmenin altında
sızılar var ki onlar da sızım sızımlar.
Küçük
bir ilde üniversite öğrencisi olduğunu düşün, kafanın içi her gün bu küçük ilde
dolup taşıyor bir de. Sen böyle bir yerde büyük düşünceli küçük bir detaysın ki
kendini hep böyle tamamlıyorsun. Gökyüzü yağmaya devam ediyor. Islanıyorsunuz.
Kaldırım taşları damlalar ile ezilmeye devam ediyor yığınlar tarafından. Yine
sokaktasın işte. Kapılara dışarıdan nasıl mı çıkılır? Kapılara?
Saadet Gadiri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder